3

8 1 0
                                    

Her günüm aynı geçiyordu. Uzun süren uykumdan uyanıyor, kendimi zorla mutfağa atıp bir şeyler yiyor ardından bilgisayar ekranının karşısında veya evin herhangi bir köşesinde yayılıp vakit öldürüyor ve yine yemek yiyip uykuma dönmek üzere yol alıyordum. Kısacası yalnızca nefes alarak boşlukta yer kaplayan bir varlıktım. Tek hücreli bir amipten farkım yoktu. Hatta bir amip bile benden daha nitelikli sayılırdı. En azından onun bir varoluş amacı vardı, benimse niye hala hayatta olduğum sorusuna verilecek düzgün bir cevap yoktu. 

Hayatıma anlam katmam gerektiğinin farkındaydım, kendime bir amaç edinmek belki yardımcı olabilirdi daha iyi hissetmem için. Ancak sorun da buydu. Ben koca bir boşluğun içinde yüzüyordum ve bu boşluk kendi kendine oluşmamıştı. Benim elimden bir şey gelse çoktan yapardım ancak artık öyle bir noktaya gelmiştim ki ne yaparsam yapayım düşünce şeklimi ve hayata, insanlara bakış açımı değiştiremiyordum. Yanlış yaptığımı, bazı durumlara düşmemin sorumlusunun tamamen ben olduğumun da farkındaydım. Ne kadar toksik bir psikolojimin olduğunun da bilincindeydim. Kendime maddi ve manevi zarar veriyordum ancak bu durumu değiştirmenin bir yolu artık çok zor bulunurdu. Hayat benim yüzüme bir kez olsun gülmek istememişti. Sevilmemiş, anlaşılmamış, kabul edilmemiş, sayıp sövülmüş ve dövülmüştüm. Yalnız kalmayı hak ettiğime inanarak büyümüştüm. Hayatımın kontrolü uzun zamandır bende değildi, belki de hiç bende olmamıştı. Ellerimden akıp giden hayatı bir köşeden izleyip kendime acımak, bana düşen tek roldü. 

Şu durumda, bu zamana kadar ne başkasının ne de benim kendime bir hayrım dokunamamışken, kim olduğu belirsiz bir heriften gelen mesajların bana ne hayrı dokunabilirdi?

İki gündür saçma bir şekilde bunu düşünüyor ve kafamda çeşitli senaryolar üretiyordum. Asla mantıklı bir açıklaması olmayan bu saçma senaryoların hepsi benzer sonla bitiyordu. Philip diye biri gerçek olsun ya da olmasın, bana bir yardımı dokunamazdı. Mutlaka beni üzmekten, daha da yıpratmaktan başka bir işe yarayamazdı. Ondan ümitlenmek ve beklentiye girmek yapabileceğim en saçma şey olacaktı.

Mutsuzluğa ve yalnızlığa mahkum olan ben etrafımda, insan barındıramazdım. Bunu hak etmiyordum. Ama hak etmeyi çok isterdim. 

Sigaramdan bir nefes daha çekerken içime, etrafımdaki soğuk havanın bedenime işleyip beni ürpertmesine izin verdim. Bugün balkonda oturmak gibi bir çılgınlık yapmak istemiştim. Havanın soğukluğunu hesaba katarsak evet, bu şekilde balkonda küçük bir tabure üzerinde oturmak çılgınlık sayılabilirdi. Üstelik üzerimdeki uzun kaban dışında, içimde yalnızca iç çamaşırlarımla oturuyordum. Nedenini ben bile bilmiyordum. Büyük ihtimalle başka kıyafetler giymeye üşenmiştim.

Soğuktan titresem de bir süre daha balkonda oturup caddedeki araçları ve dışarı çıkan tek tük insanları izlemeye devam ettim. Hatırladığımdan daha da ıssızlaşmıştı sokaklar, bu süreçte kendini eve kapatan tek manyağın ben olmadığımı bilmek beni nedense gülümsetti. 

İçerden duyduğum telefon zil sesi olmasaydı geç saatlere kadar balkonda kalıp kendimi hasta edecektim büyük ihtimal. Ancak çalan telefon beni biraz endişelendirdiği ve sesine de tahammül edemediğim için kalkıp telefona bakma gereği duydum.

Tuhaf olan şey de ev telefonundan uzun süredir aranmıyor oluşumdu. Aileyle bağlantılı kimse olmamasını umdum. Ahizeyi kaldırıp kulağıma götürdüğümde kısık sesle konuşmaya çalıştım;

''Alo?''

''Mona! Sensin değil mi? Telefonu açmazsın diye çok korktum ama açtın hah!''

Enerji dolu ve çok hızlı konuşan tiz kız sesini duyunca istemsizce ahizeyi kulağımdan biraz uzaklaştırma ihtiyacı hissetmiştim. Yüzümü buruşturarak bu tiz sesin sahibini hatırlamaya çalıştım. Çok tanıdık geliyordu.

Not Really OnlineHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin