güneş, yıldızlar ve venüs

20 7 0
                                    

Jaemin öğleden önceleri okulda, genç insanlara portakal çizmeyi öğretiyor. onun bütün gün burada evde benim yanımda olmaması gerektiğini söyledim. çünkü kahvaltıda sadece Joohyun'la birlikle olmak istiyorum. sonra onu çocuk yuvasına götürüyorum ve sonra defterin başında oturup bu uzun mektubu(?) yazdığım saaatler bana ait oluyor. sık sık onun oyuncak trenine basmamak için odada bir leylek gibi dolaşmak zorunda kalıyorum. bir parçası başka bir yerde duracak olsa hemen fark ediyor.

günün bu saatlerinde bazen biraz uyursam, kötü olduğum için değil bu, geceleri huzur bulamadığım için, o zaman düşünceler üzerime çullanıyor, özellikle o zaman başımda vahşice dolaşıp duruyorlar. tam uykuya dalarken tüm bu acıklı bilmecelerin çok derinine iniyorum, iyi perilerin olmadığı, sadece kötü falların, karanlık ruhların ve korkunç doğa yaratıklarının olduğu bu büyük, kötü masalın derinine. böyle bakınca geceleri uykudan vazgeçmek ve daha çok aydınlık günde kanepede uyuklamak daha iyi.

onların evde olduğunu bilince, her ikisinin de uyuduğunu bilince uyanık olmak o kadar zor gelmiyor bana. ayrıca Jaemin'i sadece uyandırmam gerektiğini biliyorum, bazen yapıyorum da bunu ve o zaman benimle birlikte oturuyor. bir iki kere bütün gece uyanık kaldığımız oldu. o zaman birbirimizle çok fazla konuşmadık. sadece birlikte oturduk. çay yaptık kendimize. peynir ekmek yedik. işte şimdi böyleydi. yeni kurallar böyle.

saatlerce oturabiliyor ve sadece birbirimizin elini tutabiliyoruz. bazen onun eline bakıyordum, o kadar yumuşak ve güzel ki ve sonra kendi elimi inceliyorum, belki sadece bir parmağı, ya da bir tırnağı. bu parmağa daha ne kadar sahip olacağım diye düşünüyorum. veya onun elini dudaklarıma götürüyor ve öpüyorum.

şimdi tuttuğum bu eli sonuna kadar tutacağımı düşündüm, belki bir hastane yatağında, belki bu oyunda sonunda bırakmak ve her şeyi salıvermek zorunda kalana kadar saatlerce. bunun böyle olması gerektiğine karar verdik, o da bana söz verdi. ve bunu düşünmek tarif edilemeyecek kadar acı. eğer bu evreni bırakırsam, o zaman sıcak, canlı bir eli bırakacağım, onun elini.

düşün, ya diğer tarafta da sıkı sıkı tutabileceğimiz bir el olsaydı? ama ben diğer bir taraf olduğuna inanmıyorum. buna neredeyse eminim. var olan her şey, sadece her şey bitene kadar olan sürede var. ama bir insanın sıkı sıkı tuttuğu en son şey çoğunlukla bir el.

gülmenin benim bildiğim en bulaşıcı şeylerden biri olduğunu yazmıştım. ama keder de bulaşabilir. korku farklı. o, sevinç ve keder kadar kolay bulaşmaz ve bu iyi bir şey. korku söz konusu olduğunda yalnızız.
korkuyorum. bu dünyadan atılmaktan korkuyorum. artık yaşayamayacağım buna benzer akşamlardan korkuyorum.

ama bir gece Joohyun uyandı, aslında bunu anlatmak istiyordum. kışlık bahçede oturuyordum ve birdenbire odasından oturma odasına geldi yalpalayarak. gözlerini ovuştruyor ve çevresine bakıyordu. normalde yatak odamıza giden merdiveni çıkardı düşünmeden, ama şimdi oturma odasında durdu, belki ışıklar yandığı için. kışlık bahçeden oturma odasına gittim ve onu kucağıma aldım. uyuyamadığını söyledi. belki de bunu, ben uyuyamadığımda konuştuklarımızı duyduğu için söylemiştir.
itiraf etmeliyim ki uyandığı için, ona özellikle ihtiyacı olduğunda babasına geldiği için tarifsiz sevinmiştim. bu yüzden onu tekrar uyutmayı da denemedim.

onunla her şey hakkında o kadar çok konuşmak istiyordum ki, ama bunun imkansız olduğunu da biliyordum, bunun için daha çok küçüktü. buna rağmen beni teselli etmek için yeterince büyüktü. eğer uyanık kalmayı becerebilirse bu gece onunla birkaç saat birlikte oturmak istiyordum. belki Jaemin'i uyandırmama gerek olmayan bir geceydi. o uyuyabilirdi.

dışarıda olağanüstü, yıldızlar kadar pırıl pırıl bir gece vardı, bunu kışlık bahçeden görmüştüm. ağustosun sonları yaklaşıyordu. geçirdiğimiz aydınlık yaz yarı yılı süresinden bir anı geldi aklıma, geçen yıl. Joohyun'a kalın bir kazak ve bir yün pantolon giydirdim, ben üzerime bir ceket geçirdim, sonra terasa oturduk. evdeki lambaları söndürmüştüm ve şimdi terastaki lambayı da kapattım.
önce ince hilali gösterdim. göğün doğusunda derinlerde duruyordu. hilal sağa doğru bakıyordu, bu ayın küçüleceğine işaretti. bunu ona anlatmıştım.

sonra gök kubbedeki bütün yıldızları ve gezegenleri gösterdim. ona her şeyi o kadar çok anlatmak istiyordum ki, bizim de ait olduğumuz büyük macerayı, onun ve benim iki minicik parça olduğumuz o güçlü yapboz oyununu. bu masalın da bizim anlayamadığımız, ama beğensek de beğenmesek de itaat etmek zorunda olduğumuz kanunları ve kuralları vardı.

onu belki de yakında terk etmek zorunda olduğumu biliyordum, ama bunu söyleyemiyordum. büyük bir olasılıkla onun ve benim o sırada seyrettiğimiz bu büyük maceradan uzaklaşmak üzere olduğumuzu biliyordum, ama ona bunu açıklayamazdım. böylece ona yıldızları anlatmaya başladım, önce onun anlayabileceği bir şekilde, ama sonra kendimi kaptırdım ve sanki karşımda yetişkin bir kız çocuğu oturuyormuş gibi uzaya genişlettim konuyu.

ve o konuşmama izin verdi. beni dinlemek hoşuna gidiyordu, değindiğim bütün bilmeceleri yorumlayamaz olsa bile belki de anlattıklarımdan, düşündüğümden daha fazla şey anlıyordu. en azından beni kesmedi ve uykuya da dalmadı. sanki bu gece beni zor durumda bırakmaması gerektiğini anlamış gibi görünüyordu. belki esasında benim onun yanında oturmadığımı, tersine onun benim yanımda oturduğunu hissetmişti. bu gece o bir baba bakıcısıydı.

dünyanın ekseni etrafında döndüğünü ve şimdi sırtını güneşe çevirdiği için gece olduğunu anlattım. sadece güneş doğarken veya batarken yerkürenin döndüğünü görebileceğimizi açıkladım. belki bunu anlayabiliyordu, zaman zaman şöyle başlayan bir ninni söylesek de: güneş gözlerini kapıyor, ben de benimkileri kapıyorum... bu şarkıyı hatırlayabiliyor mudur?

Venüs'ü gösterdim ve bu yıldızın dünya gibi güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğunu söyledim. güneş onu da aynı şekilde aydınlattığı için Venüs'ü gökyüzünün doğusunun derinliklerinde görebiliyorduk bu mevsimde. sonra ona bir sır verdim. bu gezegene bakınca her zaman Jaemin'i düşündüğümü söyledim, çünkü Venüs, aşk tanrıçası idi.

gökyüzünde görebildiğimiz neredeyse tüm parlayan noktaların gerçek yıldızlar olduğunu açıkladım sonra ve onlar kendileri parlıyorlardı, Güneş gibi, çünkü gökyüzündeki her bir küçük yıldız yanan bir güneşti. o zaman ne dediğini hâlâ hatırlıyorum: "ama yıldızlar güneş gibi yakmıyorlar bizi."
mükemmel bir yaz olmuştu, bu sebeple onun tüm vücuduna kuvvetli bir güneş kremi sürmek zorunda da kalmıştık.

ben burada bunları yazarken, o yerde oturuyor ve trenini yeniden kuruyor.
bu, günlük hayat diye düşünüyorum. bu gerçek. ama gerçekten dışarıya açılan kapı artık tamamen açık duruyor. terk etmek zorunda olduğumuz o kadar çok şey var ki burada! geride bıraktığımız o kadar fazla şey var ki!

kısa bir süre önce defterde ne yazdığımı öğrenmek istedi. en iyi arkadaşıma bir mektup yazdığımı söyledim.
belki en iyi arkadaşıma yazdığımı iddaa ederken sesimin bu kadar üzgün olmasını garip bulmuştur. şöyle dedi: "babam için mi?"
başımı iki yana salladım. "baban benim sevgilim", dedim. "bu tamamen farklı bir şey."

"ya ben neyim?", diye sordu. öğrenmek istiyordu. böylece tuzağına düşmüştüm. ama sadece onu defterin önüne kucağıma oturttum, sıkıca sarıldım ve onun benim en iyi arkadaşım olduğunu söyledim.
şansıma başka sorular sormadı ondan sonra.

zaman demiştim, zaman neydi?

orange + green.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin