sarı kelebek

45 8 5
                                    

bir portakal ağacının altına oturmamdan dört buçuk saat sonra o kaşla göz arasında portakal meydanına gelmişti. eski anorağıyla değil tabii, sonuç olarak burada yarıtropikal bir iklim hüküm sürüyor. üstünde masal gibi yazlık bir gömlek vardı, arka planda yüksek bir duvarın üzerinde gördüğüm begonviller gibi alev kırmızısıydı.
daha beni görmemişti. karanlık, meydanın üzerine çöküyor şimdi. sıcak, çok sıcak, ama ben buna rağmen üşüyorum, tüylerim diken diken.

ama sonra genç bir kızla beraber geldiğini fark ediyorum, kız yirmili yaşlarında. uzun boylu, iyi görünüyordu ve kumral, uzun saçları vardı. ve beni en çok rahatsız eden şey hiç de antipatik görünmemesiydi.

yani kaybettim. ama bu benim suçum. ben kurallara uymadım. ben resmen bir sözü tutmadım. bana ait olmayan bir şeye karıştım, kurallarını benimle paylaşmayan bir masala. "altı ay beklemeyi başarmak zorundasın", demişti. "eğer bu kadar bekleyebilirsen tekrar görüşebiliriz."

beni fark ettiklerinde, -daha doğrusu beni ilk olarak gören kız- onun kolunu tutuyor, beni gösteriyor ve bütün meydanın duyabileceği şekilde sesli ve açık "Lee Jeno!" diyor. tellaffuzundan Koreli olduğunu anlıyorum. onu daha önce hiç görmemiştim.

bundan sonra olay çok çabuk gelişiyor. o da beni portakal ağacının altında fark ediyor. iki saniye kadar meydanın ortasındaki büyük fıskiyenin yanında duruyor ve sadece gözlerini bana dikiyor, donmuş gibi ve bu pozisyonda durmuş da kendini kurtaramıyormuş gibi görünüyor. ama sonra kurtarıyor kendini. bana doğru koşuyor, kolunu omzuma koyuyor ve Korelinin daha önce söylediğini daha samimi şekilde tekrarlıyor: "Jeno!"

sonra sıra kıza geliyor. masama geliyor, bana güçlü bir el uzatıyor ve şöyle diyor dostça: "sana rastlamak gerçekten çok güzel."
o artık oturuyor benim gibi, ve kız elini onun omzuna koyuyor ve şöyle diyor: "o zaman ben izin rica ediyorum!"
bu sözlerle uzaklaşıyor, geri geri kafeden çıkıyor, nihayet bize sırtını dönüyor ve meydana geldiği yolu yavaş yavaş geri gidiyor. ve kayboluyor. ve biz ondan kurtuluyoruz. iyi periler benden yanalar.

masada karşımda oturuyor. her iki elini de benimkilerin içine koymuş. sıcacık gülümsüyor, belki biraz heyecanlı, ama ne olursa olsun sıcak.

"başaramadın", diyor. "beni beklemeyi başaramadın."
"hayır", diye itiraf ediyorum. "çünkü artık kederden kalbim kanıyor."
ona bakıyorum, hâlâ gülümsüyor. ben de aynen gülümsemeye çalışıyorum, ama tam beceremiyorum.
"yani bahsi kaybettim", diye ekliyorum.

düşünüyor ve sonra şöyle diyor: "zaman zaman hayatta birbirimizi biraz özlemeyi başarmak zorundayız. sana yazdım. sana biraz daha hasret çekmek için ihtiyacın olan gücü vermeye çalıştım."

omuzlarımı silktiğimi fark ediyorum. "yani ben kaybettim", diyorum tekrar.
"ne olursa olsun itaat etmedin", diyor güvensiz bir gülümsemeyle. "ama belki daha her şey kaybedilmemiştir."
"bu nasıl mümkün olabilir?"
"önceki gibi. soru ne kadar sabrın olduğu."
"hiçbir şey anlamıyorum", diyorum.

her iki elimi sevgiyle sıkıyor. "neyi anlamıyorsun ki, Jeno?", diyor sadece, fısıldıyor, derin bir nefes veriyor.
"kuralları", diyorum. "kuralları anlamıyorum."

ve bununla birlikte uzun konuşmamız başlamıştı.

şimdi o akşam ve o gece birbirimize söylediğimiz her şeyi anlatmama gerek yok, zaten her şeyi hatırlayamam da.
aşağı yukarı bir açıklama istediğim ilk şey, onun annemlerin adresini nereden bildiği idi. Sevilla'dan kartpostal geleli daha çok olmamıştı. ona sorarcasına baktım ve o yumuşak bir sesle sordu: "Jeno.. gerçekten beni hatırlayamıyor musun?"

onu süzüyordum. onu sanki bu bizim ilk karşılaşmamızmış gibi görmeye çalışıyordum. sadece koyu renkli gözlerine bakmıyordum, sadece onun çok şey söyleyen yüzünü süzmüyordum. bakışlarımı birkaç düğmesini açmış olduğu dökümlü gömleğinin açığa çıkardığı boynuna ve bağrına kaydırdım, baktım. ama onu Noel'den önceki bir iki karşılaşmamız dışında bir bağlantıdan hatırlamak kolay bir iş değildi. eğer ona hayatımda daha önce rastladıysam da şimdi bunu hatırlayamıyordum işte, çünkü burada, bu masada sadece onun ne kadar inanılmaz güzel olduğunu düşünebiliyordum. Tanrı onu yaratmış, diye düşündüm veya belki de Pygmalion'du yaratan, şu mermerden rüyalarının kadınını yaratan efsanevi Yunanlı. ve sonra aşk tanrıçası merhamet etmiş, heykeli canlandırmıştı. son karşılaşmamızda o bir şapka ve siyah bir kışlık palto giymişti. şimdi o kadar ince giyinmişti ki saçma ama utanıyordum, neredeyse ona çok fazla yaklaştığım hissine kapılıyordum. ama onu tanıyamıyordum veya belki de sebebi buydu.

orange + green.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin