norveç platoları

136 15 6
                                    

"ben de bir portakal alabilir miyim?" onlar zaten onun portakallarıydı, elimi kolumu dolduran, iki tanesi de cebimdeydi, geri kalan yerde yuvarlanıyordu.

birdenbire ben tıka basa portakal yüklenmiş biri oldum ve onlar benim bile değildi. adi bir portakal hırsızı gibi hissettim kendimi, bazı yolcular da konuyla ilgili hiç de komik olmayan yorumlar yaptılar ve ne düşündüğümü hatırlayamıyorum, sadece bir sonraki durakta attım kendimi tramvaydan, Flaminia Meydanı'nda.

inerken aklımda tek bir düşünce vardı: bu portakallardan kurtulmalıydım. yere düşürmemek için bir ip cambazı gibi dengemi korumaya çalışıyordum, buna rağmen bir tanesi kaldırıma düşmüştü ve ben tabii ki eğilip onu kaldırma riskine giremedim.

az sonra bebek arabalı bir kadın gördüm, eski bir balıkçı dükkanının önünden geçiyordu. kadına oldukça yavaş yaklaşıyorum ve önünden geçerken bir fırsatını yakalayıp bütün portakalları pembe bebek örtüsünün üzerine boşaltıyorum, ceplerimdeki iki tanesi dahil, tüm bunlar bir iki saniye içinde oldu.

bir şey söylemek zorunda hissettim kendimi, bu yüzden, bebeği için bu küçük hediyeyi kabul etmesini rica ettim, şimdi bu geç sonbahar döneminde tüm çocukların yeterli C vitamini almalarının çok önemli olduğunu söyledim ve sonuç olarak tıp okuduğum için bunu çok iyi bildiğimi ekledim.

şüphesiz benim utanmazın biri olduğumu düşündü, belki de sarhoşun biri ve tıp okuduğuma kesinlikle inanmadı, ama ben Flaminia Sokağı'nda dörtnala koşuyordum bile, bu yüzden ne düşündüğü o kadar da umrumda değildi. ve kafamda sadece tek bir düşünceye yer vardı: o çocuğu tekrar bulmalıydım. mümkün olduğu kadar çabuk izini bulmalı ve durumu düzeltmeliydim.

kısa süre sonra nefes nefese Flaminia dahil olmak üzere yaklaşık üç sokaktan geçip iki caddenin çakıştığı köşeye ulaştım, tam esrarengiz çocuğun elindeki tek bir zavallı portakalla tramvaydan indiği yere. seçebileceğim çok sayıda sokak vardı ve o çocuk hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştu.

o öğleden sonra Flaminia'da saatlerce oraya buraya koştum, yukarıdaki itfaiyeden eski sağlık ocağına kadar ve her seferinde turuncu renkli anorağa benzer bir şey gördüğümde kalbim göğsümden fırlayacak gibi oluyordu, ama benim aradığımı sanki yer tutmuştu.

bir iki saat sonra, bunca zorluk çıkardığım genç beyefendinin belki de gayet rahat, olduğum sokaktaki bir pencerenin arkasında oturup gizli gizli genç bir öğrencinin ümitsizce oraya buraya koşuşunu seyredebileceğini düşündüm, bir macera filmindeki şaşkın kahraman gibi. aradığı prensi bir türlü bulamıyordu. istek ve irade konusunda eksiği yoktu ama izini bulamıyordu işte. film bir yerde takılıp kalmışa benziyordu.

bir kere bir çöp sepetinde bir parça taze portakal kabuğu buldum. alıp kokladım, bu gerçekten ona aitse, o zaman gerçekten onun en son izi demekti.

geri kalan tüm akşam boyunca turuncu anoraklı çocuğu düşündüm. yıllarımı burada geçirmiştim, ama onu hiç görmemiştim, buna emindim. daha büyük bir enerjiyle yeniden başlayacak ve onu tekrar görmek için her şeyi deneyecektim. sihirli bir kelime gibi, benimle dünyanın geri kalanı arasına girmişti bile.

tekrar tekrar o bir sürü portakalı düşündüm. onlarla ne yapmak istiyordu? onları sırayla soyup sonra yemek mi istiyordu, dilim dilim, örneğin kahvaltıda veya öğlen yemeğinde? bu düşünce korkunç derecede aklımı karıştırdı. belki hastaydı ve özel bir diyet yapmak zorundaydı, bunu da düşündüm ve bu da sinirlerimi bozdu.

ama hâlâ başka olasılıklar da vardı. belki yüzden fazla kişinin katıldığı bir şenlik için portakallı puding pişirmek istiyordu. bunu düşününce kıskanmaya başladım, neden ben bu şenliğe davet edilmemiştim? ayrıca şundan emindim ki bu şenlikte cinsiyet dağılımı tamamen dengesiz olacaktı. doksandan fazla genç kız davet edilmişti, ama sadece sekiz erkek vardı. sebebini bildiğime inanıyordum. portakallı puding, sosyoloji bölümünün büyük sömestr şenliğinde servis edilecekti ve bu bölümde çok kız öğrenci vardı.

bu düşünceyi aklımdan çıkarmaya çalıştım, dayanılmazdı, aynı zamanda sosyoloji bölümünde halen kız-erkek sayısının eşit olmayışını da bir rezalet olarak görüyordum. tabii ki hayal gücüme tam güvenemezdim. belki de litrelerce portakal suyu sıkmak istiyordu, sadece daracık öğrenci odasında buzdolabında saklamak için veya markette satılan Kaliforniya'da üretilmiş ucuz meyve suyu konsantrelerinden nefret ettiği için ya da onlara karşı alerjik olduğu için.

ama aslında her iki olasılığı da akla yakın bulmuyordum, ne meyve suyunu ne de pudingi. kısa bir süre sonra daha tatmin edici bir fikir geldi aklıma: o, bir ünlü sporcunun meşhur kutup yürüyüşlerinde kullandığı cinsten eski bir anorak giyiyordu. ben her zaman verileri iyi yorumlayabilirdim, tıpta buna tanı koyma denir ve kimse Roma'nın sokaklarında herhangi bir anlamı olmadan eski bir anorakla dolaşmaz, dahası beraberinde sulu portakallarla dolu dev kesekağıtları taşımak hiç alışılmış bir şey değildir.

eğer o, kayakla Grönland'ı veya en azından Norveç'teki platoları geçmek istiyorsa, o zaman tabii ki sekiz veya on kilo portakalı köpeklerin çektiği kızağa koymak aptalca olmaz diye düşünüyordum, çünkü aksi takdirde insan buz çölünde iskorbütten* ölebilir.

yine hayal gücümün beni sürüklemesine izin vermiştim, çünkü "anorak" zaten Eskimoca bir kelime değil miydi? kesinlikle bu çocuk seyahat hedefi olarak Grönland'ı seçmişti. ama şimdi bu Grönland gezisi ne olacaktı? bu esrarengiz çocuğun tekrar bir portakal stoğu satın alabileceği kesin değildi, sonuç olarak ilk aldıkları yere düşünce neredeyse gözyaşlarına boğulacaktı, çok fakir olduğu benim için kesindi artık.

ama başka olasılıklar da vardı. aklımı başıma almak ve bu konuda düşünmek zorundaydım. belki o büyük bir ailede yaşıyordu. evet, neden olmasın, kim örneğin hemşire yardımcısı olarak çalıştığını ve sağlık ocağının karşısında küçük bir odada kaldığını söyledi ki? belki de o çok büyük ve portakal seven bir ailenin çocuğuydu. bu aileyi ziyaret etmek isterdim, onları gözümün önüne getirebiliyordum, Flaminia'daki yüksek, havadar odaları ve gül motifli kartonpiyerli tavanlarıyla iyi evlerden birinde, büyük bir yemek masasında. anne, baba ve yedi çocuk, dört kız, iki erkek kardeş, bir de onun kendisi, kardeşler arasında en büyüğü, sevgi dolu, fedakâr bir abi. bu yeteneklerine önümüzdeki zamanda da ihtiyacı olacaktı, çünkü küçük kardeşlerinden bir tanesi okula beslenme için bir portakal götürene kadar günler geçecekti.

veya bu düşünceyle birlikte sırtımdan buz gibi bir şey indi: belki de küçücük bir ailenin babasıydı, sadece kendisinden, sosyoloji öğrenimini yeni bitirmiş olan incecik, güzel bir kızdan ve dört veya beş aylık minik bir kız çocuğundan oluşan küçük bir aile.

bu olasılığı da göze almalıydım, bundan kaçış yoktu. pembe örtünün altındaki küçük çocuğu Flaminia'daki balıkçı dükkanının önünden geçirenin de gerçek annesi olduğu hiçbir şekilde kesin değildi. o, anoraklı çocuk tarafından tutulmuş bir bakıcı da olabilirdi. ne korkunç bir düşünce ama.. diğer taraftan en azından birkaç portakal hoş bakışlı genç beyefendiye geri dönmüş olurdu. dünya birdenbire küçücük olmuştu ve sanki her şeyin kendine göre bir anlamı vardı.

bugüne kadar her zaman kolaylıkla ikiyle ikiyi toplayabilmiştim, verileri yorumlayabilmiştim veya biz doktorların "tanı koymak" dediği şeyi yapabilmiştim. belki yaşlanınca hasta olduğumu anlayınca kendi tanımı da kendim koyabilirdim. sadece meslektaşıma giderdim ve hastalığımı söylerdim, o da tedavimi üstlenirdi. ve sonra..

evet, burada yazmaya kısa bir ara vermek zorundayım.

uzun seneler sonra herhangi bir zaman, bir zamanlar kendim için yazdığım bu mektubu(?) okursam, belki kendim için teselli edici bir düşüncem olur. bunun hayali şimdi bile garip, ama içimi ısıtıyor en azından.

zaman. zaman nedir?


_



*iskorbüt: C vitamini eksikliği nedeniyle ortaya çıkan bir hastalık.

orange + green.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin