Kasaba merkezine olan olağanüstü yakınlığına rağmen kusursuzca huzurlu bir bölge olarak nitelendirilebilecek Night's Gate'in mükemmel armonik simetrisini oluşturan evlerden en yersiz görünenini dalgın bakışlarla incelerken belki de yirminci kez bu evle ilgili tam olarak neyin bütün bu düzeni bozduğunu kendime sorarak istemsizce yumruklarımı sıktım. Kırık bir akordun o kulak tırmalayıcı notasındaki asi edayı anımsatan biçimde tertipli ev topluluğuna karşı çıkan bu tek binayı farklı kılan eksik bir tuğla, çatlak bir cam veya bir evin sahip olabileceği ne kusur varsa onu arıyordum. En sonunda taze av kokusu veya içinde yaşayan dört Neandertal organizmanın yaşadıkları ortamın bir öngörüsü ikilisinden birisi olduğunda karar kılarak telefonumun kilit tuşuna bastım.
07:38 pm.
Sekiz dakika gecikmiştim.
Mermer basamakların sonunda beni bekleyen kapının ziline basmadan önce soluklanarak kendimi yatıştırmaya çalıştım. Parmak uçlarım soğuk taşı ittirerek Billy Joe Armstrong'un o bilindik Don't wanna be an American idiot? dizelerinin, dışarıdan duyulabilecek bir seviyede çalmasına neden olurken kapı açıldığında göreceğim ilk şeyin o kan kırmızısı perçemin altında biten buz gözler olmaması için dua ediyordum. O iki mücevher hariç her şey.
Şansımın yaver gitmesiyle kapının ardında, benimkilere dikilmiş bir çift yumuşak mavi irisle çevrelenmiş gözbebeği belirdi ve özür dilercesine gülümserken içten sayılabilecek bir gülümsemeyle karşılık verdim.
"Zil sesi için üzgünüm, biraz çılgın." Dudaklarının arasından çekingen bir kıkırdamanın çıkmasına izin vererek duraksadıktan sonra ekledi. "Çocuklar bunu fazla havalı buldular."
"Sorun yok." dedim olabildiğince zorlama duyulmamaya çalışarak. "Bir Amerikan aptalı değilim."
Ben kelimelerimin saçmalığından daha o anda pişman olurken salaklığımı fazla kafaya takmamış gibi görünen Luke içeri girmem için kenara çekilerek kapı aralığını genişletti ve paltomu portmantoya asarken benimle beraber içeri girmeye hevesli görünen soğuk hava dalgasının yüzüne kapıyı çarparak beni salona yönlendirdi.
"Karnım aç."
"Ah, işte onur konuğumuz da burada."
Luke'un, beni cesaretlendirmek istercesine belime yerleşen elini hissederken, korku faktörünü arttırma gayesi ile çenemi kaldırarak içeri ilerledim ve aydınlık sırıtışıyla beni karşılayan Adria Borgin'in uzattığı elini sıkarken gülümsedim.
"Hoşgeldin."
Teşekkür etmek için dudaklarımı aralamamın ardından, Calum Hood'un bir defans oyuncusunun becerisiyle bedenimi yere çivilercesine saran kollarını ve parfümle karışık testesteron kokusunu duyumsarken, düşüncelerimin kışkırtmasıyla yüzüme yayılma girişiminde bulunan gülümsemeye engel olamadan, zihnimde tınlayan kelimelerin beni eğlenme hissiyle doldurmasına izin verdim. Doksan gün sonra arkadaşını öldüreceğim... ve sen bana sarılıyorsun.
En sonunda barikatvari kollarını gevşetip geri çekilirken Calum'un omzunun üzerinden gördüğüm Ashton Irwin, ellerini yeterince salaş göründüğüne inandığım saçlarının arasından geçirip buklelerinin mükemmel bir harabeye dönüşmesine neden olmakla beraber gamzelerinden birini bana sergileme kibarlığında bulunurken olağandışı bir içgüdüyle arkama döndüğümde, içgüdümün hiç de olağandışı olmadığını anlayarak tebessüm ettim... Saf avcı içgüdüsü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Prey Wore Black Jeans
Fanfiction"Belki ben haklıydım." Michael kayıtsızca omuz silkerek karşılık verdi. "Belki." "Belki de sana güvenmemeliydim." "Belki..." Vahşi gözlerini benimkilere kenetlerken öpülesi dudaklarının kenarı yarım bir gülümsemeyle kıvrıldı. "...ama güvendin."