1. BÖLÜM: "FIRTINA"

590 62 227
                                    

Dolunay.

Gece etrafı sessizliğiyle boğduğunda, siyah bir örtü oluşur havada. Eğer isterse kömür karası siyahlığa parıldayan küçük elmaslar serper. Bazen yıldızlar yok olur ama orada bir yer de olduğu her zaman belli olur. Bir şey aşağıya doğru sarkar o gece de kocaman bir şey. İnsan bakışlarına o şeye çevirdiğinde bazen mucizeleri anlatır, bazen ise ölümün ne kadar yakın olduğunu. Bazen anlar insan zamanın ne kadar can yakarken ne kadar da can verdiğini. O ay bir gün bir hastanenin üzerine doğmuş; o an da bir bebek doğmuş. İşte, o ayın tam o şekli bir bebeğin kanlı vücudunun inine inmiş ve o kızın adı Dolunay olmuş.

O Dolunay büyümüş ve gözlerinde kimsesizliğin ruhu çökmüş. O ruh da vücuduna can vermiş ama gözleri gibi ruhu da kimsesizliğe bürünmüş. O ruh da gözyaşları akarken, kendinden başka kimseye sarılmamasını öğretmiş. Öğrenmiş ve işte o zaman büyümüş. Büyümüş ve satıların arasında ölmüş. Ölmüş ve tekrar büyümüş... Bu böyle devam edip durmuş, durmuş ve durmuş...

Karanlık evreni esir aldığın da hava da sanki bir ressamın elinden çıkan eşsiz ışıltıya baktığım da yalnız olmadığımı hissediyordum. Sanki bu sonsuz gezegen benim kırılgan elimi tutacak ve beni sonsuzluğun inine çekecekmiş gibi geliyordu. Her daim adımı tam taşıyan bir bedene sahip olmadım. Hiçbir zaman insanlara tam yüzümü gösteremedim. Genelde çok çevrem olmasına rağmen kendimi yapayalnız hissederdim. Amacım yıldızların arasında olmaktı; insanların değil.

Kayseri'nin sonbaharında kaybolarak, parçalı bulutlu gökyüzüne baktım. Sararmış ağaç yaprakları kendilerini intihar edercesine yere doğru sallanıp kendi ölümünü gerçekleştiriyordu. Deri ceketimin fermuarını boğazıma kadar çektim ve okulumun boyası dökülmüş demir kapısına yaslanarak, en yakın arkadaşımı beklemeye koyuldum. Kalabalıktan birkaçı kendimi gizlememe rağmen görüp selam vermeyi ihmal etmiyordu.

Sessizlik, sanki bana yakışmayan bir elbise gibi duruyordu belki onların gözünde. Oysaki bu elbiseyi benim ne kadar çok sevdiğimi kimse bilmiyordu. Karanlıktan kaçan bir insana aydınlığı göstermek benim satırlarıma uymuyordu. "Doli!" Bu gökyüzünü yırtacak kadar heyecanlı ses karşısında hafif bir şekilde gözlerimi devirdim ve arkamı döndüm. Genellikle yüzüme yerleştirdiğim mesafeli bir maskem vardı. Böylelikle çoğu kişi o maskenin altında yatan solgun yüzümü görmüyordu. O maske benim hayatımı kurtaran bir şifa iksiri gibiydi. Tek ümidim beni bir gün zehirlememesiydi.

Ece.

Hayatımda beni anlayan tek arkadaşım. Herkes eline bir kitap alırdı ve okumaya başlardı ama kimse kendini o satırlarda doğmadığını hayal etmedikçe, gerçekten okuyamazdı. Ece ile bizi tanımlayan en iyi benzetme bu olurdu. Bazen tek bakışından ne olduğunu anlayabiliyordum. Hatta nefes alıp vermesinden ne hissettiğini bile. Ben izin verirsem o da benim ne hissettiğimi anlıyordu. Anlamak bazen çözmeye yetmiyordu ama birinin kuyunun ucunda beklemesi iyi geliyordu bazen insana. Çocukluktan beri gelen bu arkadaşlığımız bizim apartmanın karşısına düşmesiyle başlamıştı.

Dikkatli bakınca yanında bizim karşı sınıftan olduğunu hatırladığım Erdem diye bir çocuk duruyordu. Erdem, siyah ve gür kıvırcık saçları ile herkesin ilgisini çekerdi. Boynunun sağ kaplayan ve onunla nefes alan yaprak dallarından oluşan ve siyah renkteki zarif dövmesi de ona çok yakışıyordu. Erdem ile doğru düzgün hiç konuşmadığım için oldukça mesafeli bir şekilde yanlarına gittim.

Ece, masmavi gözleri ve doğal sarı tonlarındaki saçlarıyla televizyondan fırlayan mankenler gibi duruyordu. Boyu da uzundu ve kedine has zayıflığı vardı. Bembeyaz dişleriyle bana gülümserken "Selam." Dedim Ece'ye bakarak. Erdeme de hafifçe başımla selam verdim. O da aynısını yaptı ve sessizlik bizi esir alınca Erdem cebinden sigara paketini çıkardı ve bize doğru tuttu.

KIYIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin