23

296 40 21
                                    

22 Ekim 1962, Hangzhou/Çin

Sonbaharın daima kederli bir havası vardı, tepede güneş nasıl parlarsa parlasın, ağaçlardaki kuşlar ne kadar neşeyle öterse ötsün bir burukluk hissediliyordu. Ölü yaprakların üzerine düşen güneş ışıkları belirsiz bir vedanın vaatlerini taşıyordu sanki. Yine de genç adam sonbaharda göl kenarını ayrı bir seviyordu, tüm o sararan otlar ve suyun üzerinde yavaşça süzülen sarı yaprakların ayrı bir hikayesi vardı. Gün batımında pembeye dönen gökyüzü ağaçların turuncu tepeleriyle birleşince yazmak istediği tüm şiirler vücut bulmuş gibi hissediyordu.

Sırt üstü uzanıp pembe gökyüzünde asılan beyaz bulutlara baktı, böyle anlarda gözlerini bir süreliğine kapatıp etrafı dinledikten sonra gözlerini aralayıp değişen manzaraya bakmayı çok severdi. Gözlerini kapatmadan önce orada duran bulutlar rüzgarla sürüklenip çoktan gitmiş ve yerini yenileri almış olurdu, hatta bazen hiç bulut gelmez ve çıplak gökyüzü onu karşılardı.

Kollarını iki yana açarak avuç içlerini pürüzlü otların altındaki serin toprağa bastırdı, rüzgarla savrulan söğüt ağacının yaprakları hiç bilmediği bir melodiyle fısıldıyordu, ancak kulağa garip gelse de ne demek istediğini anlıyordu. Yine evden çıkmadan önce bir plak yerleştirip kapıyı açık bırakmıştı, kimsenin duyamadığı o notaları duyuyor ve hissediyordu.

Hayatı boyunca kimsenin duymadığı o şarkıyı duyduğu için işler böyle sarpa sarmıştı zaten. Diğer insanlar normal bir şekilde tekdüze hayatlarına devam ederken o var olmayanı görüyor ve daha fazlasını istiyordu. Gördüklerini kağıda aktarma, birleştirme ve somut hale getirme arzusuysa onu en çok yıpratan şeydi, beyninin içinde dönüp duran kelimeleri yakalamak çok zordu; bir fırtınada savrulan yapraklar arasından yakalayabildiklerini tutmaya çalışıyor ve eline gelenlerle memnun olmuyordu.

Kuşların sesi giderek azalırken ufukta turuncu bir küre halinde giderek alçalan güneşin son ışıkları da kayboldu. Etraf tamamen karanlığa gömülmeden önce her şeyin sonsuzlukta asılı kalmışçasına ıssızlaşmasını ve arafta kalmasını seviyordu. Giderek ağırlaşan göz kapaklarına direnmekte zorlandı, bir elini karnının üzerine koyup iç çekti, fakat hemen sonrasında eli yukarı kayarak kalbinin üzerinde durdu.

Kendini bildi bileli kimsenin ritmini değiştiremediği kalbi nasıl oluyordu da daha iki aydır tanıdığı bir çocuk için delicesine çarpabiliyordu? Tam da kimseye karşı hiçbir şey hissedemeyeceğine kendini ikna etmişken yaşadıkları onu korkutuyordu, gardını indirmek zorunda kalmıştı ve şimdi her şey gözüne ürkütücü geliyordu.

O ismi düşündü ve aklında yankılanmasına izin verdi.

Wang Yibo.

Hayatında gördüğü en içten gülümsemenin sahibi.

Hayatında gördüğü en güzel gözlerin sahibi.

Hayatında aldığı ilk öpücüğün sahibi.

Daha da kötüsü kalbinin sahibi olmasından korkuyordu.

İlk kez onu birisi öptüğünde liseye gidiyordu, haftalar boyunca ürkütücü bir şekilde peşinde dolanıp duran bir kız vardı, neden bilmiyordu ama onu gördüğünde tek düşünebildiği kaçmak oluyordu. Belki de onu anlamak ve dinlemek istemeden yalnızca üstüne geldiği içindi. Karlı bir şubat akşamı okul çıkışı onu tutup duvara yapıştırıp öpmüştü, yalnızca üç saniyelik bir şeydi fakat sonrasında yaşadığı travmayı atlatması uzun sürmüştü. İnsanların ona dokunmasından nefret ediyordu, izinsiz dokunmalarıysa katlanılmazdı. Bu nedenle bunu hiçbir zaman tam bir öpücük olarak değerlendirmemişti, kitaplarda ve şiirlerde okuduğu kadarıyla bir öpücüğün hissettirmesi gereken şey korku ve tiksinti olmamalıydı. Yalnızca korkunç bir tacize uğramıştı.

the lakes // yizhanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin