Abim aniden odama daldığında ben deliler gibi ağlamakla meşguldüm. Biraz sakinleştiğimde bana çay yaptı ve benimle konuşmaya çalıştı.
Bu mekrupların, seninle konuşmanın bana iyi gelmesi gerekiyordu, Chan. Aksine sayfalar arttıkca kalbimdeki bıçak daha da derine iniyor. Nasıl yapabileceğimi bilmiyorum ama hayata dönmeliyim. Sen de bunu isterdin.
O gece abime çok üzgün olduğumu ve uyumak istediğimi söyleyip onu gönderdim ama uyuyamadım. Camın önünde bir sandalyeye oturdum ve gecenin soğuğunda düşüncelerimin donmasını bekledim. Nafileydi.
Pencereden taze bir bahar esintisi geliyordu. Tıpkı o geceki gibi, karanlıkta bahar çiçeklerinin kokusu vardı. Yalnız kalmaya dayanamayacaktım.
Telefonumu elime aldığımda Jeongin'in aramış olduğunu gördüm. Büyük ihtimal Hyunjinle konuşmuşlardı. Endişelendiklerinde birbirleriyle konuşur, birbirlerine dayanak olurlardı. Birinin varlığının bir başkası için yaşama sebebi olması ne kadar tuhaf, senin yokluğun benim ölüm sebebim mi olacak peki?
Geri arayıp aramamak konusunda kararsızdım, parmağım tuşun üzerinde, öylece durdum. Tam vazgeçmiştim ki arayıverdim. Kendime nasıl olsa artık kaybedilecek bir şey kalmadığını söylüyordum.
Çok geç olmuştu, neredeyse gece yarısıydı ama hemen açtı.
"Selam!" dedi. "Seni merak etmiştim."
"Bir şeyler olmuştu, ben şimdi evdeyim ve... şu anda burada duramayacağım. Gelip beni alabilir misin?"
Bir saniye sessiz kaldı. Sonra, "Tamam, geliyorum." dedi.
Sürünerek pencereden çıkıp üzerimdeki tek kazakla titreye titreye, gelip beni almasını bekledim. Abime görünüp ona açıklama yapmak istemiyordum.
Arabaya bindiğimde dönüp ona bakmadım bile; ama onun gözlerinin korkuyla üzerimde olduğunu biliyordum. Merak ettiği çok şey vardı ve o gece öğrenecekti nihayetinde.
"Nereye gitmek istiyorsun?"
"Eski otoyola." O anda bunu yapmam gerektiğine karar vermiştim.
"Emin misin?" diye sordu bana.
Başımı evet anlamında salladım ve böylece eski yola girdik. Yıldönümünden beri buraya gelmemiş olsam da zihnimde pek çok defa almıştım bu yolu, ama zihnimde daha hızlı giderdim.
Köprünün oraya geldiğimizde "Burada dur." dedim.
Kapıyı biraz zorlayarak açıp dışarı çıktım ve yürüdüm. Sonra köprünün üzerinde yürümeye devam ettim. Bir ayağımı rayın üzerine koyup kollarımı açtım. Gece sessizdi. Rüzgar yoktu. Beni oraya ya da buraya yönlendiren hiçbir şey yoktu.
Ayağımın altındaki metal rayı hissedebiliyordum. Çocukluğumuzdaki denge oyunlarını hatırladım. Bir ayağım hala yerdeydi.
Senin kalkıp yürüdüğünü gördüm. İnce kolların iki yana hafifçe açılmıştı. Melek kanatlarının çıktığını gördüm. Seni havada tutmak için çırpındıklarını gördüm. Seni burada tutmak için. Ama ben onları kırmıştım. Kanatlarının kağıttanmış gibi yırtılıp havaya savrulduklarını gördüm.
Düştün ve kanatların düşen yapraklar gibi senin ardından yavaşça süzüldüler ama bedenin ağırdı. Önce gözden kayboldu, sonra suya çarptığını duydum.
Yanında uyuduğum beden. Bütün örtüleri üzerimden çalıp kendini bir dürüm gibi saran, en sonunda titreyerek uyandığımda biraz ısınabilmek için sarıldığım beden. Elma, nane ve sıcak toprak kokardı. Ben de seninle gitmek istemiştim.
Birden Jeongin'in sesini duydum. "Ne yaptığını sanıyorsun sen?"
Ayağımı rayın üzerinden çektim. Beni tutmak ister gibiydi.
"O kadar çok yaklaşma," dedi. "Beni korkutuyorsun."
Sevgilimin bedenini çalan suyun rahat rahat aktığını duyuyordum. Ona bakıp konuştum. Nasıl olsa kaybedilecek bir şey kalmamıştı.
"Beni terk etti. Farkında olmadığını biliyorum ama ona çok kızgınım. Ona çok kızgınım!" Bunu söyledim. Bunu yüksek sesle söyledim.
"Yongbok.." dedi bana uzanarak. "Tabii ki kızgınsındır."
Söyleyecek başka bir şey bulamıyor gibi sustu ve baktı sadece. Burada neler olduğunu bilmiyordu. Biliyor olsaydı benden çok daha önce gelir miydi buraya? Benim gibi kendini bir ağaç eve kapatıp acı çekmeyi mi seçerdi yoksa nehrin soğuk suyuna kapılıp gitmeyi mi?
Ona anlattığımda ve eve döndüğümüzde abimin boynuna sarılışını ve onun sıcak kollarında ağlayışını gördüğümde ikisini de yapmayacağını anlamıştım.
Her şeyi söyleyip bitirdiğimde bana bakıp, "Yongbok, senin hatan değildi." dedi.
"Ama belki bütün bunların olmasına izin vermeseydim, onu buraya getirmeseydim, ona uçmasını söylemeseydim şimdi hala bizimle olurdu."
"Yapma," dedi. "Kendini suçlamaya bir son ver artık. Belki sarhoş olmasaydı hala hayatta olacaktı ya da rüzgar başka bir yönde esseydi... veya başka bir yöne doğru eğilseydi. Böyle düşüncelerle sonunda kendini delirteceksin. O kendi seçimlerini yaptı. Şimdi sen de kendi seçimlerine karar vermek zorundasın, benim gibi. O da bizden böyle yapmamızı isterdi."
Gözlerine baktığımda ağlıyor olduğunu fark ettim. Kendimi çok küçük hissettim. O kadar küçüktüm ki iki damla gözyaşında boğulabilirdim. Bu kadar küçükken nasıl cesaret edebildim bu köprüye çıkmaya diye düşündüm.
Ona söylemiştim ve hiçbir şey olmamıştı. Hiç kötü bir şey olmamıştı. Hala buradaydı, tam karşımda duruyordu.
"Benden nefret etmiyor musun?"
"Hayır."
"Benden korkmuyor musun?"
"Hayır. Sadece bir daha böyle bir şey olmasına izin vermek zorunda olmadığını bilmeni istiyorum."
Kollarını bana sardı ve bir anda içimde bir kapı açıldı. Ağlamaya başladım.
"Neden beni burada tek başıma yaşamak zorunda bıraktı? Onu o kadar çok özlüyorum ki. Onu seviyorum. Onun büyüyüp olması gereken kişi olmasını istiyorum. Onun benimle birlikte büyümesini istiyorum."
Jeongin ağlamam geçinceye kadar öylece bekledi. Sonra beni arabaya götürüp kapıyı açtı. "Hadi." dedi, "Gidelim artık buradan."
Arabaya binip geri döndük. Hızlı sürüyordu ama çok hızlı değil. Her zamanki gibi kararında gidiyordu, abisinin ona öğrettiği gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
river, chanlix ✔
FanfictionSen bana şarkı söylediğinde, kendimi denizin üzerinde süzülen bir baloncuğun içinde hissederdim. Gözlerimi kapatınca, dalgaların sesini duyardım, ellerin saçlarımı esip geçen bir rüzgâr gibi okşardı. Yine zihnimi kötü düşünceler kaplar da baloncuk p...