[Kadebostany - Castle In The Snow]
Bugün perşembe ve herhangi bir dersim yok. Ancak yine de okuldayım zira benim canım arkadaşım bir başına ne halt yiyeceğini bilmiyor. Aslında biliyor ancak bensiz durmak istemiyor. Ah, tanışalı henüz bir ay oldu ancak yine de onun üstünde böyle bir etki yaratmak hoşuma gitti; bu nedenle burada, bu bankta, birazdan yağmur yağacağının habercisi olan kara bulutları seyrederken Hoseok'un elime tutuşturduğu aletle müzik dinliyorum. Radyo gibi ancak minik bir şey, çözemedim henüz ne olduğunu.
"Kayboluyor ışık şimdi,"
"Ruhum ulaşamayacağı bir yörüngede ilerliyor."
Tanıdık melodi, tanıdık ses, odağımı kendisine çeviriyor. Gözlerim kapanıyor ve melodiyi dinliyorum. Sözlerini ise ingilizce öğretmenliği yapan ablam sayesinde öğrendiğimi hatırlıyor, gülümsüyorum. Aklıma Daegu'daki minik odam geliyor... Geceleyin ablamla birlikte yorganın altına saklanıp müzik dinlediğim zamanlar... Gülüşüm donuyor, soluyor.
"Duyabiliyorum kuşları,"
"Görebiliyorum uçtuklarını,"
"Görebiliyorum gökyüzünü,"
"Ağlamak üzere gökyüzü."
Derin bir nefes alıyorum, şarkının son kısmını dinliyorum ve o sırada gözlerim doluyor. Neyse ki gökyüzü eşlik ediyor bana, aynı anda ağlıyoruz. "Ah," diye fısıldıyorum kendi kendime: "Sen olmasan ne yapardım gökyüzü?" İçimden bir ses cevaplıyor beni, yalnızlığın tadını çıkarırdın. "Hayır," diyorum: "Hayır, o kadar bencil değilim ben. Gökyüzüne bile şükranlarımı sunamıyor muyum?"
Şarkı duruyor, şarkı bitiyor. Elimin tersiyle yanaklarımı kuruluyor, hiçbir şey olmamış gibi davranıyorum. Yağmur hızlanıyor ancak bankın hemen üstüne kurulmuş çatı ıslanmamı önlüyor. Bir kez daha derin bir nefes dolduruyorum ciğerlerime ancak bu sefer burnuma dolan yağmur kokusu sakinleştiriyor beni. Ne sıkıcıyım, diye geçiriyorum içimden. Kendime katlanamadığım sıra kucağımdaki çantamdan her zaman yanımda taşıdığım defterim ve kurşun kalemimi çıkarıyorum. Bay Jeon'un verdiği ödevimin bulunduğu sayfayı açıyorum ve karakaleme devam ediyorum. Kaktüslerin gölgelerini ekliyorum ve biraz daha koyulaştırarak resme canlılık katıyorum.
Birkaç dakika sonra tuhaf bir dürtüyle kaldırıyorum başımı. Gözlerim karşı çaprazımda, sırtını okul binasının duvarına yaslamış beni seyreden Bay Jeon'da takılı kalıyor. Beni seyrettiğini fark etmem rahatsızlık vermiyor ona, yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissettirmiyor. Dilim dudaklarımı turluyor ve defterimi kapatıp çantama koyuyorum. Etrafa şöyle bir bakış atıyor, kimsenin olmayışıyla rahat hissediyorum. Ayaklanıyor, koşar adımlarla Jeon Jeongguk'un yanına ulaşıyor ve beni kolumdan kavrayıp binanın arkasına çekmesine izin veriyorum. Sırtımı duvara yaslıyor, hemen önümde durduruyor adımlarını; ayakkabısının ucu ayakkabımın ucuna değiyor. Hafif yatıştıran yağmur saçlarına vuruyor ve onlara dokunma arzum elimi ayağımı birbirine dolaştırıyor.
"Bay Jeon?" diye fısıldıyorum kuru dudaklarımı bir kez daha ıslatıp.
"Kim Taehyung." diyor net bir ses ve parlak dudaklarıyla. Bir süre ikimizden de bir ses çıkmıyor. Gözlerimi gözlerinden kaçıyorum ancak o beni seyretmeyi kesmiyor. "Ne çiziyordun az önce?" diye soruyor gülümseyerek. Onu ilk kez böyle otuz iki diş gülerken buluyorum. Gözlerine bakıyorum ve parlak parlak parıldayan irisleri ne kadar mutlu olduğunu tarif ediyor. Niçin böyle mutlu? diye sorguluyorum kendi kendime ancak ona sormuyorum. "Verdiğiniz ödevi tamamlıyordum, efendim."
"Ah... Hâlâ tamamlamadın mı?"
"Son dokunuşları yapıyorum," diyorum sırtım kamburlaşırken. Gözlerine bakıyorum, gözlerine bakmak... Gözlerine bakmak ruhumu dalgalara kaptırıyor. Kuzguni irisleri bir okyanus gibi içine çekiyor; siyah, keskin bir okyanus... Derinliklerine sığınmaktan çekinmeyeceğim bir okyanus.
"Taehyung?" diyor gülüşü küçülüp tebessüm olurken. Yanıtlamıyorum onu, gözlerim kapanırken başımı geriye atıp duvara yaslıyorum. Üzerime biraz daha eğildiğini hissediyorum, nefesleri ağır ağır dudaklarıma çarpıyor. "Şans..." diyor: "Bu da benim şans eserim." Ardından usulca bastırıyor parlak dudaklarını benimkilere. Gözlerim şokla açılıyor, onun gözaltına dökülen kirpiklerini seyrediyorum fakat öpüşü... Öpüşü kendine çekiyor beni. Ellerimi kaldırıyor, ceketinin ucunu tutuyor ve avucuma sıkıştırıyorum. Bay Jeon üst dudağımı dudakları arasına hapsediyor. Ah, diyor içimdeki ses: Ah, en büyük günahı işlesem Tanrı beni sonsuza kadar buraya hapseder mi?
Öpüşü ağırlaşıyor, yavaşça çekiliyor ancak nefeslerini hâlâ hissedebiliyorum. "Eserim," diyor fısıltıyla belli belirsiz. Anlamıyorum, anlamamazlıktan geliyorum. Ellerim usulca düşüyor ceketinden. Başımı kaldırıyorum, göz göze geliyoruz ve gülüşü zihnimde büyük bir etki yapıyor... Sanki, zihnimde havai fişekler patlamış gibi... Bomba etkisi değil henüz, ancak ona yakın. Öngörebiliyor oluşum havai fişeklerden sonra art arda şimşekler çaktırıyor ve ben yavaşça alev alıyorum. Şimdilik küçük bir yangın, söndürmeye yeltenmeyeceğim ve büyüyecek, ben tamamen ateşler içinde kalacağım.
"Bay Jeon..." diye fısıldıyorum belli belirsiz, gözlerimi kaçırarak. "Gitmen mi gerek?" diyor anlayışlı bir tavırla. "Evet," diyorum: "Evet, arkadaşım çıkacaktır birazdan."
"Tamam," diyor: "Tamam, git şimdi." Bunu söyleyişi sanki başka bir zamana randevu verir gibi ama sorgulamıyorum. O önümden çekilir çekilmez önünde saygıyla eğiliyor, iyi günler dileyip koştur koştur bahçeye ilerliyorum. Birkaç öğrenci görünüyor ancak Hoseok yok, şöyle bir bakınıyorum ve her zaman oturduğumuz banka kurulduğunu görüyorum. Kolumdan kayan çantamı düzeltiyor, geniş bir gülümseme takınıyor ve Hoseok'un beni fark etmemesi için biraz çaprazından ona doğru ilerliyorum. Cep telefonuyla ilgilendiğinden beni fark etmiyor, hızla atılıyorum, "Bö!" deyip yerinde sıçramasını sağlıyorum.
"Ayy, salak!" diyor ben yanına otururken: "Yüreğim hopladı- Aaa, seninki geçiyor- Bay Jeon!!" Ben daha ne olduğunu anlamadan hızla kalkıyor, Bay Jeon'un yanına ilerliyor. Yanlarına gitmeyip uzaktan izliyorum onları. Boyları eşit, bizim Hoseok'un pırıltılı kırmızı montu, Bay Jeon'un siyah paltosunun yanına komik görünüyor. Gülümsüyorum ve odağımı Bay Jeon'a veriyorum. Ciddi, sınırları biliyor ve konuşurken karşıdakinin gözlerinin içine bakıyor. Sanki, "ben yalan söylemem" der gibi güven veriyor karşıdakine.
Birkaç dakika Hoseok'un boş sorularını yanıtlıyor ve sonra gözleri bir anlık beni buluyor. Sıçrıyorum yerimde, bakışı deprem etkisi yaratıyor. "Sağ olun Bay Jeon!" diye sesleniyor Hoseok Bay Jeon'un içeriye girişini seyrederken. Ardından bana dönüyor, "Hadi," diyor: "Kalkalım biz de! Sana bahsettiğim kafeye gidelim, kahveler benden!"
Ayağa kalkıp yanına ilerliyorum ve beni kolunun altına alıyor. Bahsettiği kafe okulumuza yakın olduğundan yürüyerek yola koyuluyoruz...
Merhaba, iyi günler dilerim. Şu anlık pek bir okurum yok ancak gelecekte tuhaf karşılayan olabilir diye düşündüğümden kısaca bir not geçmek istedim. Şimdiki zamanda olduğumuzu daha sık hatırlatmalıyız kendimize, bu nedenle şimdiki zaman ağzıyla yazıyorum bu öyküyü. Eğer okuyacak, ciddiye alacak birileri olursa teşekkür edeyim şimdiden, yorumlarınızı eksik etmeyin 💖
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Born to be Blue | taekook
FanfictionKirli bir binanın beşinci katı, on dokuz buçuk yaşım ve pas tutmuş ruhum. Bir de o. Herkeslerden itinayla sakındırdığım o... Pas tutmamış her bir parçamı esir alan o.