O gün James'i rahat ettirmek için elinden geleni yapmıştı Steve. James'in kendisini ona açışının ardından onu teselli edebilmiş ve sonrasında sürekli havadan sudan konuşup soğuk sıcak demeden sürekli espriler yaparak James'i güldürmüştü.
Steve bu süre içerisinde kendi kabuğundan çıkmak zorunda kalmıştı. Psikolojik olarak kendisinden daha kötü halde birisini görünce güçlü olma işi ona düşmüştü. Yapısı gereği asla eğilmez, acısını birine göstermezdi. İçinde yaşardı.
James ise kendisini tam tersi olarak tanımlardı eğer tanımlayacak olsaydı. Üzüntülerin paylaşarak azaldığına inanırdı ama öyle anlatılmayacak türden şeyleri olduğunu düşünürdü ki kendisini Sam dışında hiç kimseye açamazdı.
Şimdi ise Paris Seine Nehri kenarında beraber oturuyorlardı. Beraber nehri ve önlerinden geçen kayıkları izliyorlardı.
"Su güzel görünüyor, üstüne ne güzel parlıyor güneş," diye mırıldandı Steve.
"Nerede oturuyorsun Steve?" diye sordu James.
"Brooklyn."
"Güzel bir yer olsa gerek."
"Öyledir."
İkisi de sustular. Steve bugünün Paris'te dördüncü günü olduğunu hatırladı. Üç günü kalmıştı.
Bir anda içinde ufak bir yaşama hevesi belirdi, ancak bunun geçici bir heves olduğunun farkındaydı. Bunun nedeni bir iki gündür takıldığı bu yakışıklı çocuk James'ti ama er ya da geç Amerika'ya dönmek, orada kimseyi tanımadığı o silik yaşamına geri dönmek zorunda kalacaktı. Buraya yerleşme fikri aklına girmişti, ancak bununla uğraşamayacak kadar üşengeç hissediyordu kendisini. Değmeyecekti, bir gün James de bir kız bulup onunla evlenip gidecekti ve o öylece kalakalacaktı.
Şu ana kadar tek bir kızı gerçek manada sevmişti. Uzun zaman beraber olmuşlardı, ancak kız onu terk edip gitmişti.
Steve hayatında sevmeye değer birilerini arıyordu. Kaderin cilveli oyunu olsa gerek, bir kez karşısına çıkarmıştı ve onu geri alması çok da uzun sürmemişti. Annesini küçük yaşta bir iş kazasında kaybetmişti. Babası annesinin ölümünün ardından kendisini işe vermişti ve evladını boşlamıştı. Bir gün Steve onunla bunun için kavga edip büyük bir rest çekmişti. Buna alınan babası ise bir daha yüzüne bakmadı onun. Yarası olan gocunur diye düşündü hep Steve bu konu hakkında ve asla geri durmadı.
Yine de sormadan edemiyordu, acaba ölse üzülür müydü?
Bu soru çok tehlikeli bir sorudur, çünkü insan kendisine bu soruyu sormaya başladıysa çevresindekilerin sevgisinden şüphe etmeye başlamıştır demektir. Eğer bu soruyu kendine sorduysan oturup bu soruyu neden sorduğuna dair biraz düşünmen gerekir.
Aksi takdirde hep o tasvir ettiğim iki gözünün arkasındaki hapishanendeki cellatların seni katletmesine zemin hazırlarsın. Bu cellatlar ki seni öyle kolay katletmez, yavaş yavaş tüm hayatını ve umutlarını lime lime ederler.
Steve'in aklına bu soru ilk takıldığında annesinin ölümünün üstünden iki hafta geçmişti. Babasının eve sarhoş dönüşü ve attığı deli gibi kahkahakar o zamanlar onun için bir mutluluk göstergesiydi.
Hayatı yeni öğrenen bir çocuğun yanına geçip saatlerce gülerseniz sizi dünyanın en mutlu insanı sanar. Bu yüzden babasının annesinin ölümüne sevindiğini düşünmüştü. Kendisi gecelerce ağlarken ne alakaydı o bu kadar gülüyordu? Zaten yüzünü gördüğü de yoktu ki.
Her ne kadar babasına kızsa da bir yandan komik olduğunu düşünmeye çalışıyordu. Babadır ne yapsa doğrudur çünkü. Onu haklı bulması gerekiyordu bu yüzden onu anlamaya çalıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Notre Dame Kamburu/Stucky
FanfictionSteve, Claude Frollo gibi intihar etmek için katedrali ziyaret eder. Ancak karşısına çıkan James ile bütün planları alt üst olur. Trigger warning: bu kitap karamsar ve ölüme karşı ilgi duyma gibi temaların geçtiği bir kitaptır, eğer hassasiyetiniz...