******
Hayallerimi sığdırmak için yeterliydi tek bir çekmece. Fazla yer kaplamazlardı. İçinde küçük bir oyuncak araba, boya kalemleri ve birkaç tane de parlak misketlerden varsa mutluydum. Gerisi lüks gelirdi bana. Başkalarında olan ama bende olmayanlara ihtiyaç duymadığımı düşünür, yersiz isteklere dönüşmeden aklımda kuruturdum onları. Çünkü diğer çocuklar gibi bir hayata sahip değildim ben. Onlar gibi ağzımda gümüş kaşıkla doğmamış ya da ağladığımda susayım diye güzel sözler söyleyip elime çikolatayı tutuşturan ve beni şımartan birisi hiç olmamıştı. Nitekim daha doğmadan önce çizilmişti bir-sıfır yenilgiyle başlayan bahtsız kaderim. Ve böyle birisinin o bir çekmecenin içine sığdırdıkları kadar hayalinin olması ve onlarla yetinmeyi bilmesi de normal değil miydi zaten?..Ne derlerse desinler hayat, arzuları gerçekleştirebilmek için varolmuş bir dilek fabrikası ya da oyun parkı değil; acımasız hakikatlerle dolu kocaman bir hapishaneydi. Yaşamın lisanını da henüz çocukken çözdüm. Bana ilk öğrettiği şeyse, "Çalış ve kendin al." olmuştu. Aklımda cılız hayaller ve dolması umut edilen ufak bir çekmece... Kendi kendine dolmayacağı aşikârdı. İşte tam da bu yüzden hakkım olanı hayattan koparmam ve saygınlığımı geç olmadan kazanmam gerekiyordu. Dişimi tırnağıma takarak çalışmaya başlamamın belki de en önemli sebebi buydu.
Çocukluk hayallerimle birlikte filizlenmeyi başaran iyi bir amacım vardı artık. Hayata, o çok korktuğum insanların olduğu caddelere katılmama vesile olan yekpare bir gaye. Fakat tüm bunlar arasında bazen elimde olmadan boğulduğumu hisseder, kedere bürünürdüm; bazen de tam tersi. Hayatın gailelerinde savrulmamak için omuzlarındaki yüklere rağmen dik durmaya çalışan esmer, yalnız bir çocuktum neticede. Sözcüklerle ve insanlarla arası iyi olmayan, yabanıl, kusurlu, basit bir çocuk. Sonra kabuklarım oldu. Hem de canlı kabuklar. Kimsenin böyle kabukları olamazdı ama artık benim vardı. Annem... Beni sevmeyen, bazen iğrentiyle bazen de bomboş bakan annem...
Konuşmayı da sevmezdi kendisi. Seslere karşı bitmek bilmez bir düşmanlığı vardı. En ufak tıkırtı ona sağır edici desibeller gibi gelir, gözleri hemen öfkeyle alazlanırdı. Hatta onu rahatsız edeceğim diye çıt çıkarmadan soğuk, ıssız bir köşede öylece durduğumu bilirim. Aynı ucuz biblolar gibi. Etimin, kemiğimden ayrıldığını hissetsem bile bunu yapardım. Çünkü sesin misafir edilmediği bir barakada sükûnet; kaçınılmaz gerçeğim, yontulmaz taşımdı.
"Hayat gerçekten bundan mı ibarettir?" diye sorduğumu hatırlıyorum da... Çoğu zaman evet, bundan ibarettir. Acı, keder, sıkıntı ve diğer bütün menfur duyguların karışımından. Mutluluk ise bir kuytuda saklanmıştır, sizin onu bulmanızı bekliyordur.
Ve ben, koca dünyanın ufak kuytusunda saklanan o mucizevi mutluluğu en sonunda, tüm ümitsizliğime rağmen buldum. Müşkül durumdaydı. Koyu, orman yeşili gözleri endişenin ellerinde titreyen bir oyuncak, cılız elleri ise çaresizlikle bükülmüş bir yumaktan ötesi değildi. Bağırmayacak kadar ihtiyatlıydı, saldırmayacak kadar da zeki. Çünkü o da biliyor ki, bir grup serseriye haddini bildirmek onun gibi sokağın tozunu yutmamış aile çocuklarının işi olamazdı.
"Hop!" dedim. Rahat bir ritmi tutturan bedenim, çıkmaz sokağın dar ağzından içeriye doğru tasasızca akıyordu. "Bırakın lan çocuğu!"
Üç çift göz bana döndü. Onun titrek yeşilleri de öyle. Kalbimin kendine ait tutturduğu şekilsiz alfabenin eseri bakışları mıydı, yoksa bana işleyen korkusu mu? Karar veremedim.
"İşine bak lan şekilsiz!" Dudağımı yaladım ve ilerlemeye devam ettim. Kafaya koymuştum artık. Onu bunların elinden öyle ya da böyle kurtaracaktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bela Patron [BXB]
Romance*** !!!!!! Yetişkin okuyucular içindir. *** Kapak için E-Rabbit'e çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsın. ❤️ *** Bölümler düzenlenleniyor...