Annemin sert bakışları ile kahvaltımı bitirip bir süre babamın her zaman anlattığı kahramanlık hikayelerini bitirmesini bekledim. Her sabah babam, bu hikayeleri anlatıyordu. Ki sanırım bunun sebebi ejderhalar ile olacak herhangi bir savaşta cesur olup onlarla birlikte savaşmam içindi.
Anlattığı hikaye bittiğinde her zamanki gibi hiçbir şey demeden evden çıktım. Bu duruma bir şey demiyorlardı. Alışmış olmalılar.
Ormana gitmeden önce kasabanın içinden geçip neler olduğuna bakacaktım. Bazılarının dünkü sesi duyduklarına emindim ve yakalanmamak için her şeyi yapardım.
"Günaydın," diye neşe ile şakıyan Hyunjin'e kısa bir bakış atıp baş selamı sundum. Her zamanki gibi bahçedeki çiçekleri ile ilgileniyordu. Uzun saçlarını dağınık bir şekilde bağlamış, elindeki çiçeklerle dolu sepeti arkasına alarak bana şirin bir gülümseme sunmuştu.
Arkasındaki sepetten aldığı ölümsüzlük çiçeği olarak adlandırılan mor renkli çiçeği bana doğru uzattığında istemsizce göz devirip elinden aldım. Bu onun için bir özür dileme şekliydi, yani yaptıklarından pişman olduğunu gösteriyordu.
Annesi, çiçeklerle kafayı bozmuş durumdaydı. Fakat bu durumu, çiçeklerin geçimlerini sağlamasına bağlıyordum.
Hyunjin'in babası bir ejderha tarafından öldürülmüştü. Ama o, içinde bir intikam barındırmıyordu. Belki de bunun sadece o ve diğer ejderhaların suçu olmadığını çok iyi biliyordu. Sonuçta tek suçlu onlar değildi. Bizde suçluyduk.
Ona el sallayarak yanından uzaklaştım. Biraz daha yanında durup Bayan Hwang'a yakalanmayı istemiyordum. Her zaman yaptığı gibi evine davet edip beni akşama kadar bırakmazdı.
Evinin merdivenlerinde oturmuş kitap okuyan Jeongin'e kısa bir bakış atıp yanından geçip giderken Yehwa ile çarpışmış, elindeki sepetin yere düşmesine sebep olmuştum.
Sinirle bana bakarken "Önüne bak," diye hırladı. Changbin kesinlikle ablasına benziyordu. İkisi de boş şeylere fazla sinirlenir ve bu siniri dışarı kolayca yansıtırlardı.
"Özür dilerim," diye mırıldandığımda yerden toplamayı bittirdiği ekmekleri sepete koydu ve dikleşip bana ters bir bakış attı.
"Özür, hiçbir şeyi değiştirmiyor Jisung. Ekmekleri yeniden yapmıyor!"
Göz devirmekle yetindim. Onunla laf yatıştırmak ölüm demekti. Bazen kardeşinden daha sinirli ve gıcık birisi olabiliyordu. Eh bu da çoğu kişinin kendisinden nefret etmesine sebep oluyordu. Ki bu kesinlikle onun umrumda değildi.
Yanımdan sinirle geçip giden Yehwa'nın ardından "Sabaha güzel bir başlangıç yaptın," diye neşe ile konuşan Chan yanımdaki yerini çoktan almıştı. Kafamı sallayarak onu onayladım dalga geçmesini hiçe sayarak.
Bakışlarımı bir süre onun üzerinde gezdirdim ve merakla elindeki küçük sepete baktım. Bugün neden herkesin elinde bir sepet vardı? Özel bir gün müydü? Sanmıyorum fakat herkes bugün biraz garipti.
"Nereye," diye sordu Chan. Konu başlatmaya çalışıyor gibiydi. Daha önce hiç yakın olmamıştık. Bu yüzden konuşacak pek bir şeyimiz yoktu. Birbirimizden çekiniyor muyduk, biraz fakat bu çekinmekten daha farklıydı. Ne diyeceğimiz bilmiyorduk ve bu da herhangi bir yanlış kelimede karşı tarafın kırılması korkusunu artıyordu. Evet, sanırım bu bir korkuydu
"Ormana," diye yanıtladım onu hızlıca. Peşimi bırakmasını istiyordum ve bunu açıkça belli ediyordum. Ama o anlama gereksinimi duymuyordu açıkçası.
"Ne güzel bende."
Kaşlarımı çatarak ona kısa bir bakış atarken "Bunun dün ile bir alakası var mı," diye sorduk aynı anda. Şimdi belli olmuştu bu sepet. Vurduğu herhangi şeye yardım etmeyi düşünüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Дракон/ MinSung
Teen FictionJisung, arkadaşının yanlışlıkla vurduğu ejderhanın peşinden giderken hiç beklemediği bir şeyle karşılaşmıştı.