Vivi bezmiş bir halde '' Nerde kaldı yine bu? '' dedi.
İkisi şehrin batı kapısında Arctos'u bekliyorlardı. Anlaştıkları zaman çoktan geçmişti. Kapıdaki gümüş miğferli muhafızlar ters ters bakmaya başlamışlardı bile. Şüpheci bakışları üstlerindeydi. Şehrin içinde büyük taş kapının iki yanına dizilmişlerdi. Dört taneydiler. Kafalarının tam üstünden başlayan ve burna doğru inen ince kaplan işlemeleri vardı miğferlerinde. Uzun sapı tahtadanı, ucu çelikten bir mızrak ve mavi renkte bir kalkan taşıyorlardı. Aynı kaplan figüründen kalkanlarında ve zırhlarının tam ortasında da vardı. Yarım saatte bir mızraklarını iki kere yere vurmaları zorunluydu. Yılmadan görevlerinin başında olduklarının göstergesiydi bu.
Borealis ve Vivi şimdiden üç kere duymuşlardı bile bu sesi.
- Hey, ben geldim.
Sesin geldiği yöne baktıklarında ilerde atının üstünde Arctos belirdi. Elinde büyük bir şey vardı. Sallaya sallaya yaklaşıyor, bir yandan da şarkılar söylüyordu. Borealis onun uzaktan ne olduğunu seçemedi. Pek keyifli görünüyordu. Atının üstünde o kadar dengesiz oturuyordu ki at her adım attığında bir o yana bir bunu yana savruluyordu. Bu halinden sonra elindekini de ağzına götürünce onun sarhoş olduğunu anlamamak içten bile değildi. Yaklaştıkça bıyıklarına takılmış şarap damlaları ay ışığında parlıyordu. Hiç bulut yoktu gökyüzünde. Her yer gündüz gibi aydınlıktı. Bunu görünce aklına kralın sakalları geldi ve bir an için tiksinti duydu Arctos'tan.
Elindeki şişeyi şuursuzca fırlattı. Şehrin etrafını saran taş surlara çarpıp parçalandı. Bir şişeye göre fazlaca gürültü çıkarmıştı.
Vivi atını Arctos'un yanına sürüp omzuna sertçe bir yumruk atıp '' Ne yaptığını sanıyorsun seni lanet ayyaş? Nerde kaldın? Ne zamandır burda seni bekliyoruz. Üstelik leş gibi sarhoşsun da. Bu halde nasıl yola çıkıcaksın. Ölüp gideceksin. Oh, tanrım.'' diye bağırdı.
Borealis Arctos'un omzuna gelen yumruğun farkında olduğunda bile emin değildi. Vivi bir cevap beklerken onun hala şarkı söylemesi sinirlerini daha da bozdu. Tam ağzını açıp tekrardan o tiz sesiyle bağırmaya başlayacaktı ki Borealis buna dayanamayacağını anlayıp '' Hadi gidelim. Yeterince geç kaldık.'' dedi. Vivi sadece Arctos'a pis bir bakış atmakla yetinmek zorunda kaldı. Geriye dönüp uzun siyah saçlarını suratına doğru savurup atını kapıya doğru sürmeye başladı.
Yolculuk başlıyordu artık. Büyük yaş kapının eşiğinden geçip tahta köprünün önüne geldiler. Köprünün bir iki tahtasının sol tarafında kırıklar vardı. Tıpkı yollar gibi köprüde bakımsız görünüyordu ve hiç sağlam değildi. İki ucundan devasa zincirlerle sur kapısının üst tarafına bağlıydı. Altından geçen nehir o gece çok hareketliydi. Bu nehir tüm şehri çevreliyor bir hendek misali görev görüyordu. Şehre giriş dört ana yöndeki köprülerle sağlanıyordu. Her zaman durgun olurdu. Bu hareketlilik Borealis'in hiç hoşuna gitmemişti. Köprüden gerçerlerken yanlarından bir köylü de şehre giriyordu. Tahtadan bir at arabası kullanıyordu. Arkasında saman taşıyordu. Tekerleklerinden biri aşınmış kırılmak üzereydi. Adeta seke seke ilerliyordu. Arabayı çeken at o kadar sağlıksızdı ki aynı köylü gibi bir deri bir kemikti. Vivi atın sahibine çektiğini düşünmüş olacaktı ki yüzünde aptal bir sırıtma oluşmuştu. Köprü o kadar dardı ki neredeyse sürtünerek geçiyorlardı. Bu kadar ağırlığa bile sallanmaya başlamıştı. Evet gerçekten bakıma ihtiyacı vardı bu köprünün. Biri düşüp nehirde boğulmadan önce.
Neyse ki çabuk geçtiler köprüyü. Artık nehrin kenarındaki kurbağaların sesleri uzak geliyordu. Uzun toprak bir araziye çıktılar. Kesik Şelale şehrin kuzey batısında yarım günlük mesafedeydi. Bir yandan hızlarını artırıyorlar bir yandan da bu sarhoş halde Arctos atından düşmez umarım diye dua ediyorlardı. Ay ışığı yollarını aydınlatıyordu. Zaten göz alabildiğine topraktı her yer. Bu taraflar pek verimsizdi. Ta ki Kesik Şelale'nin de adını verdiği Kesik Orman'a kadar.