10. adam, kadını hiç sevmemiş

242 35 12
                                    

sıcak bir ikindi vakti evden birkaç kilometre uzaktaki gizli bölgemizde, yemyeşil otların üzerinde uzanıyoruz. jeno yüzüne huzurlu ifadesiyle suspus oturup beni izlemekten başka bir şey yapmıyor bense onun ince ayak bileklerine masaj yapıyor, söze başlamasını bekliyorum. topuklarını ovaladığım sırada aniden aklına gelmiş gibi atılıyor, 'kural beş...'

ellerim bir anlığına duraksıyor ve dikkat kesiliyorum.

'neden durdun?' diye soruyor hemen.

kıkırdıyorum. 'ne o, hoşuna mı gidiyordu yoksa?'

cevap vermek yerine gözleri kısılarak gülümsemeye başladığında ben de gülümsüyorum. yalnızca hoşuna gittiğini söylemesi yeter, hayatımın sonuna dek bileklerine masaj yapabilirim ancak jeno her zaman olduğu gibi kaçak oynamayı seviyor,
'odaklan jae, beşinci kuralı açıklayacağım.'

cümlesini tamamlar tamamlamaz bakışlarını gökyüzüne çevirdiğinde bileğini hafifçe sıkıp soruyorum, 'beşinci kural filan yoktu değil mi, buraya gelmek için yaptın?'

gözleri genişçe açılıp sağa doğru seğiriyor. (suç üstü yakalandığında hep öyle yapar)
'ne, hayır tabi ki bir beşinci kural var.'

'söyle o zaman, hemen.'

'cümlelerimi toparlamak için vakte ihtiyacım var.'

alaylı bir şekilde gülüyorum, basbayağı yalan söylüyor ancak jeno zekidir, ve yaratıcı... bu yüzden haklı olduğumu kanıtlamak istiyorsam acele etmeliyim.
'beş, dört-'

'hey, bu haksızlık!'

başımı olumsuz manada sallıyorum.
'üç, iki veee-'

'kural beş, iyi bir yazar olmak istiyorsan iyi bir gözlemci ve yalancı olman gerekir.'

kaşlarımı ilgiyle kaldırıyorum,
'pekala bunu biraz açar mısın?'

omuz silkip eliyle ilerideki bir yeri işaret ediyor. 'şimdi orayı iyice gözetle ve bana o evde ne tür insanlar yaşadığını anlat.'

son on dakikadır masaj yapmakta olduğum bileğine küçük bir öpücük kondurup başımı gösterdiği yere çeviriyorum. benim için zor olmayacak, bahçedeki çiçeklere, verandadaki sallanan sandalye ve yeni biçilmiş çimlerin ne kadar düzenli olduklarına bakılırsa orta yaşlı, emekliliğinin baharını yaşayan bir çift olmalı.

'orada yaşayan adamın adı max' diye giriyorum söze. 'karısı da patriciella.'

omzuma vurup uyarıyor, 'ciddi ol.'

kaşlarımı çatıyorum, 'hayır ciddiyim, adı patriciella ama yakınları ona patty  diye sesleniyor. kocasıyla yokken sallanan sandalyeye oturup örgü yapmaktan çok hoşlanıyor ancak o varken bunu yapamaz çünkü adam eşyalarını paylaşmaktan hoşlanmıyor.'

biraz daha evi süzüp derin bir iç çekiyorum. 'adam, kadını hiç sevmemiş.'

temkinli, ağır hareketlerle yanıma yaklaşıp başını omzuma yasladıktan sonra benim yaptığım gibi evi izlerken soruyor, 'nereden anladın?'

'birbirine aşık bir çiftin evi değil bu, çok belli. herşey "öyle olması gerektiği" için yapılmış. çiçekler kapıyı güzel gösterip kıskanç komşuları çatlatacak şekilde dikilmiş, max'in öyle işi yok ki çimenleri biçip durarak kendisine gerçeklikten kaçacak anlar yaratıyor ve en önemlisi de-'

jenonun yumuşacık, siyah saçlarını okşayıp gözlerinin derinliklerinde kaybolurken ekliyorum, 'adamın sandalyesi, hani şu paylaşmayı sevmediği, daima bahçesine değil de kapıya dönük. birisini bekliyor yani, anlıyor musun? hiç gelmeyeceğini bildiği birisini, yas tutuyor sanki...'

başımı sallayarak son noktayı koyuyorum, 'pişmanlıklarla ve endişeyle dolu bir hayat geçirmiş, memuriyet aşığı, korkak bir çiftin evi bu. nerede görsem tanırım.'

dalgın dalgın soruyor, 'hala bekliyor mu yani?'

cevap vermeden kollarımı jenonun sıska bedenine sarıyorum.
'sadece basit bir tespitti işte, ne dersin bu konuda iyi miyim?'

'sanırım derslerimiz düşündüğümden de kısa sürecek, çok iyisin.'

temkinli dokunuşlarımı sıfırkollusunun açıkta bıraktığı çıplak omuzlarında gezdiriyorum. yalnızca güneşli günlerde kendisini belli eden şeftali tüyleri değiyor parmaklarıma.
garip ancak üzüm bahçesinde birlikte olduğumuz geceden beri farklı davranıyor jeno- iyi manada. şimdiye dek yapmaktan kaçındığım şeylere cesaret edebilmemin sebebi de tam olarak bu.

başımı eğip omzuna küçük bir öpücük konduruyorum, biraz daha yaslanıyor göğsüme.

'jaemin..?'

burnumu yavaşça omzuna değdirip tatlı kokusunu içime çekiyorum.
'hmm?'

'sanırım artık eve dönmem lazım.'

cümlesi biter bitmez büyüyerek ikimizin arasına dağılmaya başlayan sessizlik, boğucu bir hale gelmiş olsa gerek jeno rahatsızlanıp yüzümü görebilmek için benden uzaklaşıyor. sıcaklığı bedenimden çekildiği an kendimi daha savunmasız hissetmeye başlarken mırıldanıyorum,
'o adamın yanına dönmek-'

'biliyorum, ne düşündüğünü biliyorum ama orası benim de evim. daha uzun süre ortalıktan kaybolursam babam...'

alaylı sesimle tersliyorum,
'ne o, endişelenir mi yoksa? jeno nerede diye telaşlanır, seni merak eder mi sanıyorsun?'

aslına bakarsanız sinirim jenoya değil de onun babasına ve belki de oraya geri dönmeyi isteyecek kadar aptal olduğu için biraz da jenoya ancak elimde olmadan kırıcı cümeleler kurmaya başlıyorum. o ise siyah saçları gözünün önüne geliyor olmasına rağmen, normalde onları hafifçe kenara itmeden rahat edemez, hareketsiz şekilde oturup elleriyle oynarken mırıldanıyor,  'bazı resimlerim ve hatırası olan birkaç eşyam daha var, onları almam lazım.'

ah evet, oraya lanet eşyalarını geri almak için döndüğü anda yabani babası üzerine çullanıp ona zarar vermeye kalkışmazsa tabi. ellerimle gözlerimi ovalayıp bedenimi arkamdaki yeşilliğe bıraktığım anda jenonun öfkeli bakışlarını üzerimde hissediyorum.

'ne var biliyor musun?' diyor bana, 'seninle seviştim diye söylediğin her şeyi dinleyip kanatlarının altından çıkmayacağımı sanmış olman aptallık.'

başımı asi bir şekilde iki yana sallayıp aniden oturur hale geldikten sonra tükürür gibi söylüyorum,
'asıl aptallık ne biliyor musun, sana güvenmiş olmam.' tek elimi yere vurduktan sonra devam ediyorum, 'sanmıştım ki güçlüsün, kendi ayaklarının üzerinde durabilirsin ama sen benimle kalıp mutlu olmaktansa o adamın yanına gidip dayak yemeyi tercih ediyorsun.'

jeno daha önce hiç görmediğim tehlikeli gülüşü eşliğinde saçlarımı karıştırıp savunmaya geçiyor, 'yani sevdiğimi sandığım adamın evinde kalıp onun sayesinde yaşantımı sürdürdüğümde kendi ayaklarımın üzerinde durmuş sayılacağımı mı düşünmüştün?' gülüşü gittikçe genişlerken bir çocuğu sever gibi saçlarımı dağıtıyor. 'tanrım jaemin, ne tatlısın.'

böylece kendime engel olamayarak elini itekliyorum, 'siktir git jeno, git ve gör.'

hızla ayağa kalkarken söyleniyor, 'gideceğim zaten. bir daha sakın ama sakın beni kontrol etmeye çalışayım deme.'

yerde bulduğum bir taşı bacaklarına fırlatıp bağırıyorum, 'seni düşünüyorum aptal, zarar görmeni istemiyorum.'

ilk defa bana karşılık vermek yerine arkasını dönüp yürümeyi seçiyor. yerden bulduğum minik taşları, çimenleri ve hatta toprak parçalarını dahi atıyorum üzerine ancak bana bakmıyor, geri gelmiyor. yere oturup hıçkırarak ağlamaya başlamadan önce kendi kendime konuşmaya başlıyorum, 'benim için ne kadar önemli olduğunu bilmiyor musun?'
vücudum küçük bir hıçkırıkla sarsılıyor, 'evine döndüğün her akşam, ya bu onu son görüşümse diye düşünüp endişelendiğimi anlamıyor musun?!'  

nitekim endişelendiğim gibi de oluyor, onu son görüşüm değilse de günlerce ne bir haber alıyorum jenodan ne de güzel yüzünü görebiliyorum.

beni merak ve endişe dolu bir çukura itip orada yalnız bıraktıktan yirmi beş gün sonra geri geliyor jeno.

geçmek, bitmek bilmeyen yirmi beş gün sonra...

notes to the author me - jaenoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin