Celal her zamanki gibi çaldığı taşlarla 54'le ortaya açarken Reşit ona şüpheci gözlerle bakıyordu.
"Aga taş çalıyorsun, orasını anlıyoz da..." dedi Güney hayretle. "Nasıl çaktırmıyon, orası garip."
"Ne çalması lan?" dedi Celal alınmış bir tavırla. "Ben size diyom, şanslıyım oğlum. Masada Reşit varken taş mı çalarım ben?" Valla öyle güzel de bir çalıyordu ki...
"Ulan utanmaz herif, her taş çalışında göz göze geldik." dedi Reşit gülerek. "Birinde bir şey demedim, ikincide bir şey demedim. Dördüncü oldu bu."
"İftira üstüne iftira. Yenilmeye gelemeyenlerle oyun moyun oynanmaz aga."
"Siktir lan." dedi İbrahim. "Kalk öde hesabı." Keyifle söylediğinde Celal sırayla üçlünün gözünün içine baktı. Reşit'in mavilerinde biraz fazla oyalanırken farkında olmadan hayranlıkla bir iç çekti. O mavilere bakmaya doyamıyordu.
"Hakkımı yiyorsunuz." dedi sadece. "Vallahi yakanızı bırakmam." Bunu söylemesine rağmen ayaklanmıştı. Hesabı ödemeye giderken masada kalan üçlü onu gülerek izliyordu.
"Lisede de aynı boktu, hala aynı bok." dedi İbrahim sırıtarak. Bu dörtlü çocukluğundan beri bir aradaydı. Dördü de evlenmeyip sonsuza kadar bekar hayatı yaşayacaklarının sözünü vermişti ama ilk evlenen kızların gözdesi İbrahim olmuştu. Çapkınlığına rağmen evlenince eşine sadık kalmıştı. Bir ay kadar önce ise Güney'i evlendirmişlerdi. Geriye sadece Reşit ve Celal kalmıştı.
İkisinin de talibi çoktu aslında ama hepsine gözünün üstünde kaşı var gibi bahanelerle yol veriyorlardı.
Celal hesabı ödeyip döndüğünde hep birlikte ayaklandılar. Saat henüz dokuzdu ama evli çiftlerimizi eşleri eve çağırdığından erken dağılıyorlardı.
"Yılbaşında bizde toplanıyoruz ha beyler, unutmayın." dedi İbrahim arabasına gitmeden önce. Bir hafta kalmıştı yeniyıla.
"Tamam tamam." dedi Celal sigarasını tutuştururken. "Başka çağıran olmadı zaten, mecbur sizdeyiz." İbrahim ona gülüp kafa salladı ve arabasına geçti.
Celal bir kolunu Reşit'in omzuna attı ve üç adam yan yana yürümeye başladı. "Ee Güney, evlilik nasıl gidiyor?" diye sordu Celal.
"Güzel." dedi Güney biraz düşünceli bir sesle. "Biraz sıkıntı var ama halledilir herhalde."
"Nasıl sıkıntılar var?" dedi Reşit. "Yardım edebileceğimiz bir şey varsa söyle. Elimizden geleni yaparız."
"Aynen ha, şimdi yeni evlisin borç altındasın falan, her zaman yardımcı oluruz yani. Çekinme lan, tamam mı?"
"Sağ olasınız ama paradan ziyade biriyle aynı evde yaşamaya alışmak zor. İnsanın huyu suyu farklı oluyor, biliyonuz. Alışırız onlara da herhalde."
"Doğru, doğru. Aynı evde yaşamayana kadar insanı tanımak daha zor. Halledersiniz siz onu da." Sarışın konuşurken kara kurdun bakışları onun üstündeydi. Mavi gözler onun karalarıyla kesiştiğinde Reşit bir iltifatın geleceğini anlamıştı. Bir çift kara göz hayran hayran bakıyordu.
"Ne kadar doğru konuşuyon canını yediğim." Şaşırtmayan iltifat Reşit'i gülümsetti.
"Eyvallah."
Güney her zaman birbirleriyle yakın olan ikiliye sırıtarak baktı. Neredeyse 20 yıllık arkadaşlıklarında Celal ve Reşit hep daha yakın olmuştu. Celal zaten Reşit uğruna her şeyi yapardı.
İlkokulda Reşit'i ağlatan bir çocuğu evire çevire dövmüştü. İlk vakası o zaman olsa da çok sonraları da Reşit'e bulaşmaya çalışan herkesin ağzına sıçmıştı.
Celal biraz deliydi, aklına eseni hiç düşünmeden yapardı. İri yarı vücuduyla da korkutucuydu. Bu yüzden insanlar ondan çekinirdi. Ama oturup iki laf etsen dünyanın en iyi adamıydı aynı zamanda.
Reşit'se daha çok hocaların sevdiği kişiydi. Dersleri iyi değildi ama yüreğinin temizliğini tüm hocalar bilirdi. Celal ne zaman okulda bir bok yese götünü kurtaran o olurdu. Celal'in aksine duygularına yenik düşmez hep mantıklı davranan taraf olurdu.
Üçlü sohbet ederek yürüdükleri yolda en sonunda Güney'in evinin önüne geldiklerinde vedalaşıp ayrıldılar.
Reşit ve Celal de kendi yollarını baş başa yürümeye başlamışlardı. Celal'in evi daha yakındı ama sırf yol uzasın diye önce hep Reşit'in evine giderlerdi.
"Canını yediğim." Celal bir anda kanının kaynamasıyla Reşit'i alnında öpüp geri çekildi. Ardından eliyle sarı tutamları okşadı.
Canını yediğinin karşısında canından can gidiyordu, o ayrı mesele.
Celal bazen kendisi olup içinden geçen ne varsa dökmek istiyordu. Sır tutmak, hislerini bastırmak, gerçeği gizlemek... Bunlara Celal'e göre olan işler değildi. İyisini de kötüsünü de insanlara gösterir, seviyorsanız beni böyle sevin der geçerdi.
Söz konusu Reşit olunca bunu yapmak o kadar zor, o kadar zordu ki kendini tuttuğu her an ömründen azalıyordu sanki.
Reşit dininde, imanında bir adamdı. Celal'i asla kabul etmezdi. İkisi de birbirinin hem abisi hem kardeşi gibiydi. Hele ki Reşit için. Reşit için Celal canıydı, kanıydı. Hislerini bir öğrensin, bir daha suratına bile bakmazdı. E tabii, bunlar bizim kara kurdun düşünceleri. Gerçekleri nereden bilsin ki?
Reşit'se zaten bu hislerini kabullenmemeye ant içmişti. Ben Celal'e aşığım diye bir an bile düşünmemiş, hislerini ve düşüncelerini hep geri plana atmıştı. Bunun sebebi hem kalbindeki imanı hem de Celal'di. Celal'in kendini nasıl tuttuğunu nereden bilsin bizim aslanımız? Celal sevse belli eder, tutamaz, söyler diyordu o da kendine. Hislerini kabullenmesi için önce Kırat'tan emin olması gerekiyordu. Onun tarafında netlik olmayınca Reşit zaten asla net olamazdı.
E tabii, yıllardır var olan bu hislere bir alışmışlık da vardı. Bu sırrı tutmaya o kadar alışmışlardı ki söyleyebilecekleri ihtimali ikisinin de aklına bile gelmiyordu.
Ne Can Canan'ı kaybetmek istiyordu ne de Canan Can'ı. Dipsiz bir kuyuda prangalara vurulmuş sevdaları hala kıpır kıpırdı. Işık yüzü görürse can verir diye kör bir karanlığa esir bırakmışlardı.
bu bölüme kadar ikiliyi iyi tanıdık bence bundan sonra farklılıklar katmak lazım. bu da benden sorulur😁