e) doğumsal serzenişler

50 9 19
                                    

Tanrı'nın belası. Bazen aynaya dönüyor ve kendime bu biçimde bağırıyorum. Tanrı'nın belası, ne cüretle var oluyorsun hâlâ? Hangi hakla? İşte böyle zamanlarda aslında dünya beni güldürüyor. Dik omuzlar ve fevri görünümlü düşünülmüş sözler gerektiren mesleğime rağmen, aynalarda nefretle haykırıyor olmamın tezatlığına gülüyorum sık sık. Ancak hepimizin böyle anları oluyor. Görünen o ki, Jimin'in de.

Sabaha evimde gürleyen bağırış sesleriyle uyanmak, Jimin'in misafir odasında kaldığını hatırlayıncaya kadar akıl sağlığımı sorgulamama neden oldu. Haykırışların yükseldiği odaya koşarak kapının açık olma ihtimalini hesaba katmadan kapısını yumruklamaya başladım. Bağırmayı bıraktı, yaklaşan adım seslerini duydum, kapı açıldı.

"Kapı kolunu da deneyebilirsin." Gülümseyerek bana baktı. Masum bir gülümsemeden çok, bir delinin gülümsemesi gibiydi. Bir adım geri çekildim. Kapının arkasından, darmadağın odayı gördüm. Jimin'in kanayan ellerini, kızarmış yanaklarını, kollarını gördüm ardından.
Jimin dağılıyordu. Dağıtıyordu da. Öfkesi yakıyordu, herkesten önce kendisini ve bunu durduramıyor olduğunu görebiliyordum gözlerinden. Hayatı yıkılıyordu, durduramıyordu ve yetmezmiş gibi kendisi de altında kalıyordu.

Jimin'in gözlerinde, kendimi gördüm. Geçmişimi, korktuğum geleceğimi. Sanki bir yarın yokmuş gibi ağlamak istedim. Sanki devletlerin her biri yıkılıp tekrar tekrar kurulmayacak, düzenler kendini tekrarlamayacak, on binlerce Min Yoongi bu milyonlarca yıllık evrende var olmamış ve olmayacakmış gibi, kısır döngülerin çarkını kırmak istedim. Varlığıma dair inancımı yitirmek gibiydi, gerçekliğimi kavrayamadım. Kim olduğumu unuttuğumu sandım.

Sahi, kimiz biz?

Kimliklerimiz neyi tanımlar? Üzerinde bulunan isimlerimiz, cinsiyetimiz, doğum yeri ve tarihimiz mi bizi tanımlar? Yoksa kim olduğumuzu biz mi belirleriz?
Adını şimdi hatırlamadığım bir felsefeci; tüm varlıkların özünün var oluşundan önce, bir tek insanın özünün var oluşundan sonra oluştuğundan bahseder. İnsan bedenen ve zihnen var oluncaya kadar özünden söz edilemez, öyleyse düşünme yetisi olmayan birinin varlığından da bahsedilemez. Aslına bakarsanız, bu hayatta hiçbir şeyin varlığı ya da gerçekliğinden söz edilemez. Eğer bu sözü bu defterde karşıtı olacak şekilde daha önce söylediysem bu defteri eline geçirenler bağışlasın beni ancak varlığımıza inanmıyorum. Tanrı'nın yüksek egosunun yaratılarıyız ve devamlı genişlediğinden söz ettiğimiz şu koca evren de aslında Tanrı'nın zihnindeki fanteziler. Tıpkı bizim gibi. Gerçeklik nedir öyleyse? Kendi rüyalarımızın gerçekliğini yalanlamamız ne derece mümkündür, eğer ki gerçek saydığımız tüm bu varlık serüveni Tanrı'nın rüyalarındaki bir senaryodan ibaretse? İşte, varlık problemi sonu gelmez bir çukur ve hayatımın önemli anlarında buna takılırsan boğuluveriyorum. Jimin'in kırık fakat deli gözlerine bakıyor olduğum an aslında bunlardan biriydi.

Jimin, kanı ve yüreği deli bir gençti, evi yoktu. Ev ve yuva farklı şeylerdir, yuvası var mıydı bilmiyorum ama bir evi olmadığını biliyordum. Fiziksel olarak dönebilecek başka bir yeri olsaydı, geçirdiğimiz geceyi benim evimin misafir odasında geçirmeyeceğini biliyordum. Yine de ona sormam gerekebilecek hiçbir şeyi sormadım.

"Kahvaltı hazırlayacağım." dedim. Cevap vermedi, odasından ayrıldım.

O gün, kendim gibi hissedemedim bir daha. Bu satırları yazarken bile kendimden kopuk oluş hâlini yüreğimin soğuk tellerinde duyumsuyorum.
Jimin o gün evimden çıktı gitti kahvaltı sonrasında. Geri dönmedi bir daha.
Onu kurtaramayacağımı düşündüm. Telefonunu aradığım vakit açmadığında, haftalar boyunca kapımı çalmadığında, misafir odasında unuttuğu süveteri almak için bile geri dönmediğinde gerçekten onu kurtarmamın mümkün olmadığını düşündüm.

Sonra, aynada dönüp kendime baktım. Seslendim kendime, Min Yoongi, sen ne zaman bir can kurtarmayı bu denli önemsedin?

Hiçbir zaman, oldu sorumun cevabı. Zihnimin pis, kokuşmuş, karanlık sokaklarından bir genç adam çarptı bunu suratıma. Hayatta önünü göremeyen gençliğimdi haykıran ve hiçbir zaman ölmezdi o benim zihnimde. Defalarca kez bıçaklasam da, ölmezdi.

Annemi hatırladım. Ölmeden önce bana öfke duyduğu, kırıldığı, ağladığı, yüzüme bakmadığı; sevdiği, başımı okşadığı, dizlerine yatıp dinlendiğim zamanları hatırladım. Annemi kurtarabilecek hiçbir şey yapamadığım gerçeği, onun ölümünden bile sonra çarptı göğsümün orta yerine, tıpkı bir yıkım topu gibi. Göğüs kafesimin parçalanışını hissettim. Annemi kurtarmak için işe yarar hiçbir şey yapamadığımı anladığımda hak verdim öfkesine.

Babamın onu kurtaracak hiçbir şey yapamadığım, aksine hayatta bütün öfkemi kustuğum tek insan olduğu hâlde bana sarılışını hatırladım, annemden sonra. Yapılmamış aramaların, gidilmemiş ziyaretlerin, unutulmuş doğum günlerinin pişmanlığı boğazıma takıldı.

Şimdi okuyor olduğunuz defterin bu sayfalarını buruş buruş bırakacak kadar çok ağladım defterimin üzerinde. Tıpkı kimseyi kurtaramadığım gibi, Jimin'i de kurtaramayacağıma kendimi öylesine inandırdım ki, evimin mutfağında buzdolabına sırtımı yaslayıp ağladım. O gecenin tümünde üşüttüğüm için karnıma kramplar girdi ve hıçkırarak ağladım, neye ağladığımı anlamadım.

Sabahın dört buçuğunda, Jimin kırarcasına kapıma vurmaya başladı.

Kapıyı açtığımda nefes nefeseydi, olasılıkla koştuğu için yüzü kıpkırmızıydı. Darmadağınık ifadesi bana bir krizin eşiğinde olduğunu düşündürdü, bana tutundu ve onu tuttum.

"Avukat Min," diyerek haykırdı bana. Jimin bana hiçbir zaman resmi bir hitapla seslenmezdi oysa.

"Avukat Min, annem öldü."

Babası öleli bir ay olmuştu henüz. Annesinin ölmesi için hazır değildi. Olamazdı.

Ama beni yaralayan ne zaman, ne yüzündeki ifade, ne de hayatın acımasızlığıydı.

Jimin babası öldükten sonra küfürler dizmişti, nefret yağdırmıştı ona.
Annesi öldüğünde ise, öldüğünü duyurmaktan başka hiçbir şey yapamadı.

"Avukat Min!" diyerek bağırdı, boğazı yırtılırcasına.

Annesine seslenmek istediğini hissettim bağırışında.

"Anne, dizlerim acıyor!" diye bağırmak isteyen, bisikletten düşmüş küçük bir çocuğa benziyordu. Yaşlar gözlerini parlatıyordu, elleri titriyordu. Onun hissettiklerini hiçbir felsefeci ya da fizikçi açıklayamazdı. Ağırlığını hiçbir yazar anlatamazdı, romanlar bile yazsa anlatamazdı.

Park Jimin'in gözlerinde suların durulduğunu gördüm, ona öylesine değil, içtenliğimle bakabildiğimde.

Deli dolu, koşmanın yormadığı, hayatın eğip bükemediği gencin; annesi onu affedemeden öldüğünde, parçalara ayrıldığını gördüm.

İşte o gün, onun için bir fidan diktim.

tenini yakar soysuz dalgalarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin