f) abe alasın bir çivi sevdiğine veresin

36 9 1
                                    

Dünyanın çivisi çıkmış diyenler var. Koskoca gezegenin çivisi mi olurmuş?

Çiviler, pek çok şeyi bir yerlere yerleştirme işlevini taşır. Tahta ve benzeri malzemeleri birbirine sabitlemek, bir nesneyi duvara tutturmak veya asmak, yeri geldiğinde de dünya düzenini korumak için kullanılır. Önemli Yahudi ailelerinin elinde şu dünya çivilerinden birkaç tane olduğunu söyler komplo teorisyenleri. Ben komplolarla, illuminati mevzularıyla ilgilenmiyorum ve Yahudi de değilim; o yüzden hangi cebimi ararsanız arayın büyük olasılıkla o çivilerden bir tanesini benim cebimde bulamazsınız.

Ceplerden söz açtıysak, insanlar ceplerinde ne saklar?

Somut olarak anahtarlık, cüzdan, cep telefonu gibi günlük malzemeler; soyut olarak umutlar, kırıklar ve kayıplar saklanır ceplerde. Herkes herkese açmaz ceplerini, zorla açtırana yankesici derler. Yankesici birleşik mi yazılıyor? Bu dilde çok fazla yazım kuralı var ve hepsini öğrenmeye ömür yetirene aşk olsun. Ama siz benim cepler ve çivilerle olan derdimi anlıyor musunuz? Bunları bağlayabiliyor musunuz birbirine?
Eğlencesine soruyorum. Bu hayatta her şey her zaman birbirine bağlı olmak zorunda değildir. Benim mesela, Jimin ile hiçbir bağım yok hayatta. Oysa okul, iş, mahalle arkadaşlarımız gibi insanlarla hayatımızın kesiştiği belirli noktalar vardır ve genellikle çıkar ilişkileri üzerine onlarla iletişim kurarız. Tanrı'ya şükür ki her zaman böyle de değildir. Yine de siz mahallenizdeki umut tacirleri ve evinizdeki şefkat cimrilerinden kaçınmaya bakın, ömrünüz de ceplerinizde taşıdıklarınızdan bir tanesidir ve bahsettiğim insanlar bu konuda pek iyi yankesicilerdir.

Jimin bağırıp durdu iki gün boyunca. Annesine bağırdı, ekonomistlere bağırdı ki bizi yöneten bir numaralı ekonomiste epey salladı, yapabildiği ve yapamadığı şeylere hıçkırarak ağladı, zaman zaman uyuyup uyandı ama canı acıdığı için susmanın aksine eskisinden de gürültücü oldu. O ağladıkça saçlarını öpüp okşadım, soluklanabildiği zamanlarda karnını doyurdum, çocukluğumda uyuyamadığım zamanlarda annemin yaptığı rezene-melisa çayından yaptım ona. Annesi onun küçüklüğünde papatya çayı yaparmış, anlatırken ağladı ve bir yandan da çayını yudumladı. Bazen böyle olur ve o günlerde de onun için her şey olması gerekenden ağırdı. Çünkü canını yitirenler geride kalanların acısını paylaşamaz ve acı paylaşılamadıkça artar. Sıkışır, boğar insanı. Yeri geldiğinde, canını alacak kadar. Neyse ki Jimin kollarımı morartacak kadar sıkarak ağladı defalarca kez, yine de annesini fikrinden uğurlayabildi.

İşte, insan denen şerefsiz varlık böyledir. Tam olarak böyle. Biz o kadar şereften yoksunuz ki, pek çabuk alışıyoruz her şeye. Kalana, gidene, yarına, düne, açlığa, tokluğa, varlığa, yokluğa alışıyoruz. Her şeye kolayca adapte oluyoruz. Bizi bir yerden söküp başka bir yere koyuyorlar, yüreğimizi söküp yerine kömür doldurup üstüne bir de yakıyorlar. Ama biz, göğsümüzün ortasında bir alevle, her gün ölür gibi yaşamaya bile alışıyoruz. İnsan bu yüzden şerefsiz piçin tekidir ve babasının belli olması bile onun şerefsiz bir piç olmasını değiştirmez. Elbette ben de öyleyim, ben de homo sapiens'in hâlâ var olan tek alt grubunun, homo sapiens sapiens'in bir üyesiyim ve gocunmuyorum bundan. Ama beni öfkelendiren ne, biliyor musunuz?

Benim türüm yok ediyor yaşadığı gezegeni. Mavi gezegenin mavisini körelttik biz, üzerine fabrikalardan simsiyah dumanlar yığdık. İşte bu yüzden Dünya'da var olan en büyük parazit biziz. Biyosferin her yanı sanki bizimmiş gibi davranıyor ve ne ile sonuçlanabileceğini asla düşünmüyoruz, bu gezegeni yıktığımız yetmezmiş gibi türümüzün devamlılığı için olmadığı hâlde bir Gezegen B arıyoruz. Biz kendi yıkımlarımızdan kaçıyoruz aslında.
Kimi evde babalar kaçıyor yıktıkları aile bireylerinden, kimi zaman Yahudilerden altın dişlerini bile alan adam sığınağında potasyum siyanürle intihar edip insanlıktan kaçıyor, işte yeri geldiğinde de insan ırkı el birliği ile yaşadığı gezegeni yıkıyor ve bir kaçış yolu arıyor şimdi ondan. Biz kaçtığımız şeylere alışıyoruz, kaldığımız vakit ise kabullenip alev alıyoruz. İnsan pervane değildir, ateşten korkar ve yanmayı kabul etmez. Bu yüzden biz de kaçmayı ve alışmayı seçeriz.
Jimin de öyle yaptı.

Gittiğinde yağmurlar yağmaya yeni başlamıştı, hava henüz hiç on derecenin altını görmemişti ve her yanda titreten, Bernoulli İlkesi'nden ötürü çatıları uçuran fırtınalar esiyordu ve her yanı koyu renkli yapraklar kaplamıştı.

Döndüğünde ise fırtınalar dinmişti, termometreler sıfır santigrat derecenin altını göstermeye başlamıştı. Onu gördüğümde henüz işten yeni çıkmıştım, küçük bir çocuğun istismar edildiği evinden çıkarılması hususundaki davamı o sabah kazanmıştım. Keyfim yerindeydi, pek aklıma ihtiyacım yoktu o gün, sarhoş olmak istiyordum. Sonra sokağın karşısında Jimin'i gördüm.

Yüzünde yara izleri vardı, havanın soğuğuna rağmen üzerinde kısa kollu tişörtle dolaşıyordu ve kollarında morluklar vardı. Bir güzel pataklandığı belliydi. Gözleri doğrudan bana bakıyordu. Beni arıyordu, aradığını bulmuştu.

Yolun karşısından yanıma koşarken akan trafiği, kornaları umursamadı ve benim onun için korktuğumdan daha az korktu kendi canı için. Umursamazca koştu yanıma, sokağın ortasında sımsıkı sarıldı bana.
Onu kovmadım, ona kızmadım. Dönmeye, dönecek bir yere ihtiyacı vardı ve ben de onu sımsıkı sarmaladım. Parmaklarımı saçlarında dolaştırdım, o bana sımsıkı tutunmaya devam etti. İnsanlar geçip gitti, ben zamanı göremez oldum. Orada sadece ikimiz vardık, başka kimse yoktu. İçten içe gülümsedim. Üşürdü başkası olsa, onun deli kanı onu ısıtıyordu. Bana sarılmanın alevini dize getirdiğini hissettim, çünkü artık üşüyordu ve soğuktan çenesi titriyordu. Üstümdeki iki ceketten kalın olanı çıkarıp giymesini sağladım.

"Park Jimin, neredeydin?" dedim.

"Avukat Min, ben neredeyim?" oldu bana yanıtı.

Bu dünyada kim olduğumuz kadar sık sorguladığımız şeylerden biri, nerede olduğumuz. Hangi pozisyonda, hangi basamakta durduğumuzu zaman zaman sorarız, en azından ben kendime soruyorum ve kendime yerimi bildiriyorum, başkası yapamıyor böylece bunu.

Gerçekliğe tutunması, onu hep kahve içtiğimiz mekâna götürüp onun için sıcak bir bitki çayı söylememe kadar sürdü. Çay dilini yaktığı zaman çığlık attı, "Hangi pezevenk yaptı şu çayı ve benim dilimle derdi ne?" diye bağırdı. Kimse sorusunu yanıtlamayınca sakince yerine oturdu, dönüp bana selam verdi sonunda da.

"Dövmüşler seni. Neredeydin?"

"Beni dövmediler. Konum olarak da cehennemin dibindeydim."

"Ne yaptılar o zaman?"

"Ben kendimi dövdürdüm. Her şeyi sorarsın diye söyleyeyim, ayrıca mesleğin yargıçlık olsa iyi olurmuş, canım istediği için dövdürdüm kendimi."

Kendini dövdürmüş olması, darmadağın hâli bana kendimi hatırlattı.
Jimin'in kanı deliydi, yaşı benden gençti ve ona bakıp kendimi gördükçe içimin titremesine engel olamaz oldum. Tanrı da kahretsin böyle işi derler. Ben de öyle dedim içimden.

"İçinden demiyorsun yalnız, Min Yoongi."

Güldüm. Jimin'e, kupayı tutan ellerindeki yara izlerine bakarak güldüm.
Kapattığımı sandığım, aştığıma kendimi inandırdığım şeylerle yüzleşmek boğazımı adeta bir halat gibi sıktı. İşte o zaman döndüm o Yahudi ailesi midir bilmem kimdir, ağzı yüzü ayrı kitaba konu olacak adamlara ve dedim ki, bu dünyanın çivisi çıkmış harbiden. Çivileri de, geçmişi de, geleceği de silip attım kafamdan.

O gün canım acıdığı hâlde bu acının kendi acım değil de, Jimin'in acı çekmesine duyduğum korkunun kılıfı olan bir acı olduğunu anladığımda, fidanım yapraklanmaya başladı.

tenini yakar soysuz dalgalarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin