Balık istifi gibi dizildiğiniz, mimarlık ilminin yüz karası evlerinizde hepinize iyi akşamlar. Ya da sabahlar, ya da saat hangi zamana denk geliyorsa.
Dünyanın çok ilginç bir zamanında yaşıyoruz. Ertesi gün Jüpiter'in gezegenimize yaklaşıyor olduğu haberini almanın dahi şaşırtmayacağı bir zamandayız, neredeyse. Neredeyse diyorum çünkü henüz buna şaşıracak kadar az şey gördüm. Belki de yeterince görmüşümdür, henüz karar veremem buna.
İnsanlar olarak ne tuhafız, düşündünüz mü hiç? Milyonlarca, milyarlarca insan aynı şeylerin peşinden koşuyoruz. Aynı şeyleri şu veya bu şekilde başaran insanlar iyi bir yaşam kurmayı başarırken (iyinin ne olduğu bu noktada sorgulanmalıdır) farklı yollara sapanlar başarısız kabul ediliyor. Sokaklarda yaşayan ve lüks villalara sahip iki farklı insanın başarı düzeyi neye göre ölçülebilir? Ölçüm yöntemlerinin hangisi doğrudur, doğru nedir?
Milyarlarca insanın koştuğu yolları kim çizdi, neden çizdi? Her şeyin bir sebebi vardır, tarihin incelenmesindeki temel ilkelerden biridir aynı zamanda bu. Her şey bir sebepten bir sonuca bağlanır ve hiçbir şey öylesine göründüğü anda dahi rastgele değildir. Her şey doğru zamanda, olması gerektiği biçimde olur. Herkesin söylediği bu ise, insanlar neden acı çekerler?Dandik düzenler içinde hepimizin kaybolduğu veya bulduğu yollar var. Hepimiz iyi veya kötüyü kendimizce belirliyoruz ancak o işin öyle olmadığını söyleyebilirim size. Doğrularınızla yaşadığınız her gün başkaları size doğruyu gösterme çabasına girecektir. Onların hayatlarını zerre etkilemeyen şeyler de dahil olmak üzere. Ki bunu aslında hepimiz biraz yaparız. İnsan olmanın sinir bozucu getirilerinden biri: İnsanlar birbirleri üzerinde etki oluşturma çabalarından asla vazgeçemezler. Herkes biraz yönetme dürtüsüyle doğar ve bunu kendi çapında gerçekleştirir. İnsanın eli yeter ki güç görmesin.
Size anlatmak istediğim şeyleri anlatmak için çok uzun yollar tercih ediyorum çünkü bu hayatta sözünüzün dinleneceği noktaya gelene kadar (affedersiniz) kıçınız çıkana kadar çalışmanız gerekiyor; aksi takdirde kimsenin tek kelimenizi umursamadığı bu dünyada, birileri bizi dinlediğinde uzattıkça uzatmak gibi bir eğlencemiz var sanırım. Sonra bir de düşünüyoruz neden dinlenmediğimizi. Mübalağa sanatından kaçınmayız hiçbirimiz.
Buraya kadar bana bayıldığınızdan değil de şu fikri deli kişiyle ilgili bir şeylerle karşılaşmak istediğinizden ötürü okuduğunuzun pek tabii farkındayım. Size derhal istediğinizi vermeyerek hayattaki uysallığıma ara veriyorum yalnızca, kendi çapımda. Dedim size; insan bir şeyleri yönetme dürtüsüne sahip, ben de kendi çapımda sizin benim satırlarımı okumak için ayırdığınız zamanı yönetiyorum. Bu da benim çapım.
Eğer Jimin'e dönecek olursak, size biraz bahsedeceğim ondan. Dinlediğim şeyleri unutabilirim ama görsel hafızam iyidir, bu sebepten ötürü bu mikserden geçmiş şahsın dış ve iç görüntüsüne hakim sayılırım. Cerrah ya da organ kaçakçısı olmadığımdan ötürü iç görüntüden kastımı anladığınıza inanıyorum.
Jimin, benden neredeyse kısa sayılacak bir boyda. Gözlerinde lensler var fakat henüz numaralı olup olmadıklarını soracak kadar detaylarını sormadım kendisine. Herkes yalan söyler, bu yüzden birileri bana bir şeyler anlatmadan önce davranışlarında görmek isterim kim olduklarını. Kalitesiz devrik cümlelerimin kusuruna bakmayın.Saçları düz, yıpranmış, sanırım çok boyatıyor ki parlak turuncu saçları, pek de uzun olmayan bir zaman önce saçlarının tekrar boyanmış olduğunu gösteriyor. Düzgün bir ağız ve diş yapısı var, diş teli kullanmış olup olmadığını sormayı aklımdan birkaç kez geçirdim ama sonra üçüncü kez konuştuğunuz birine belki de bunu sormamanız gerekir diye düşündüm (gerçi, ilk görüşmesinde sevişenleri de gördük).
Küçük, biçimli yüzünde burnunun geniş kaldığını da düşündüm, absürt bir görüntü değildi. Turuncu saçlı Jimin isimli insan (henüz bana kendisini tanımladığı cinsiyeti açıkça söylemediğinden, kendisinden bahsederken insan demeyi daha doğru buluyorum) insanlığın güzellik ortalamasının üzerinde kalan bir insan, fiziksel olarak. Hoş, kim belirliyor ortalamayı? Bugünlük benim belirlediğim aşikâr. Bugün parantezleri sıkça kullanıyor olduğumu fark ettiniz mi siz de? Neyse ki parantezler devrik cümleler kadar tatsız değildir.Jimin'in numaramı almış olduğundan bahsetmiş olmalıyım size bundan birkaç yaprak kadar önce. Kendisi günlerce beni aramayarak numarasına sahip olmamam için çabaladı, ardından gecenin bir yarısında, "PEZEVENGİN EVLADI, OTOGARA GEL!" diye bağırarak beni aradı.
Ben pezevengin evladı da değilim bu arada, küçük bir bilgilendirme. Delidir, ne yapsa yeridir diyerek çıktım evimden düştüm yola. Otogarları neden şehir merkezinden uzaklara koyarlar bir fikrim yok, daha önce üzerine düşünmüşlüğüm de yoktu açıkçası. Ancak otogarları hep sevdim. Uzak yollar, asfalt, keyifliydi benim için her daim. İşte ben bunları düşüne düşüne otogara gittim. Jimin'in trafik lambası kıvamında bir turuncuyla parlayan saçları uzaklardan kendisini belli ediyordu, arabayı yanına sürdüm. Tek kelime etmeden bagajı açıp elindeki valizi bagaja yerleştirdi, ardından kapıyı açıp yanımdaki koltuğa oturdu. Oturduğuyla da ağlamaya başlaması bir oldu. Ona baktım, bana dönmedi. Arabamın motoru hâlâ çalışıyordu ve eğer kontağı kapatırsam radyonun aküyü boşaltacağının farkındaydım. Arabanın motor sesi, radyodan yükselen katlanılmaz derecede kalitesiz pop müziğin uğultusu ve Jimin'in hıçkırık seslerini içeren ilginç bir gürültü vardı ama her şey sessizdi.
"Babam ölmüş." dedi Jimin.
"Orospu çocuğu, hayatımızda her şeyi batırmamış gibi üstüne bir de borç bırakmış; yirmi senedir yüzünü görmedim ama borçlarını ödeyeceğim şimdi bir de. Sanki varlık içinde yaşıyoruz hayatı!"
"Babana değil de borçlara mı ağlıyorsun yani, Jimin?" diye sormamla beraber hiddetlendi, göğsüme bir yumruk attı.
"PEZEVENGİN EVLADI, TABİİ Kİ BORÇLARA AĞLIYORUM!" diyerek gürledi bana.
"Babam beni sevmezdi, annem yoktu ama olsa eminim annemi de sevmezdi. Benim babam esaslı bir şerefsizdi. Öyle ki dünyadaki şerefsizlerin her biri şerefini yitirmek için önce gelir onun eteklerini öper, ondan sonra şerefsiz olup bu dünyada gezinirdi. İşte öyle esaslı bir şerefsizdi benim babam. Hâl böyle olunca insanın öldüğüne üzülesi gelmiyor ama boyu aşan borçlar daha üzücü geliyor, anlıyor musun?"
Öksürükler arasında anladığımı gösterir biçimde onu onayladım. Sonra bana evini tarif etti. Ben sürmeye başladım, o da başını cama yaslayıp ağlamaya devam etti. Arada arabayı salladığımda başı cama çarptığı için arabayı düzgün kullanmama dair sevgi dolu (!) öğütlerin yanı sıra birkaç küfür salladı, sonrasında önüne döndü her seferinde.
İşte, hayat böyledir. Kimse bir ebeveynin ölümüne hazır değildir. Aslında kimse kimsenin ölümüne hazır değildir, çünkü ölüm geldiği zaman insanlar bir gün öleceklerini ve bunun asla hazırlanılabilir bir şey olmadığını hatırlarlar. Oturduğunuz apartmanın kapıcısının eşi vefat eder ve buna bile üzülebilirsiniz. Bu hayatta her şeye üzülebilirsiniz, üzülmek istemeniz yeter bunun için.
Size ilk kahve içişimiz hakkında pek bir şey anlatmadığım gibi, ikincisi hakkında da bir şey anlatmayacağım. Çünkü kahve içmek hakkında ne anlatırsınız? Ben americano içtim, o karamelli macchiato içti. Kurabiye sevmiyormuş ama keklere bayılırmış. Kurbağalara neden iki yaşamlı diyormuşuz, sanki iki kez mi yaşarlarmış? Öyle bir eziyeti Tanrı düşmanının başına vermesinmiş.
Bu kahve sektörü aslında bizim ceplerimizi hortumlamak için var. Bilmem kaç nesillik kahveciler olacak ama bir gün elbette bitecek, insanlar ceplerinin hortumlanmasını sevmezler. Bunlardan bir cacık olmayacağını anlatmaya çalışıyorum size.İşte paranın merkezlerden geldiği ve merkezlere döndüğü bu dünyada hepimiz hayatımızı bir şeylere harcıyorsak, bir deliye harcanan zamanları dert etmiyorum. Çünkü herkesin dediği gibi her şeyin bir zamanı vardır, deli deliyi görünce çomağını saklar ve Jimin bana şimdiye kadar temiz bir dayak atmadıysa ona çomağını saklattım demektir.
İlk adım çomağı saklatmaktı. Bakarsınız sizinle beraber bir insanı tanırız. Bir insanı tanımak mümkün müdür? Göreceğiz.