Eski tahta kapıyı gıcırtılar eşliğinde ardına kadar açıp içeriye girince, gözüne çarpan ilk şey karşı duvarda asılı olan tablo oldu. Çivisi gevşemiş, düşüp parçalanmak için en ufak bir tepki bekliyordu sanki. Tavandan damlayan sular, aşınmış parkelerin üzerinde birikintiler oluşturmuş, yer yer minik göletcikler meydana gelmişti. Buraya yıllardır kimseler uğramamıştı. İçeride biriken nem rutubete dönüşüp, duvarlara ve eşyalara sinmişti. Kapıyı kapattıktan sonra ilerleyip, merdivenleri yavaş adımlarla çıkmaya başladı. Son basamağa ulaşınca duraksadı. Arkasını dönüp etrafı göz ucuyla kontrol etti. Eşyaların üstü beyaz örtülerle kapatılmıştı. Tozluydular. Mutfağın önünden geçerek sağ taraftaki odaya girdi. Burada çok fazla eşya yoktu. İki katlı bir ranza, onun karşısında kıyafet dolabı ve bir kaç tane tahta oyuncak.Yere doğru eğilip oyuncaklardan birini aldı. Üzerinde birikmiş olan tozlara sertçe üfleyip, parmaklarını üstünde gezdirdi. Dudaklarının kenarında bir gülümseme meydana geldi. Sanki her şey bıraktığı gibiydi. Elindeki oyuncakla birlikte diğer odaya girmek üzere dışarı çıktı. Bir kaç adım yürüdükten sonra elini kapı koluna atıp biraz durakladı. "acaba görmek istediklerim hâlâ burada mı?" diye düşündü bir an için. Kalp atışları heyecandan hızlanmaya başlamıştı.
Derin bir nefes aldıktan sonra kapı kolunu yavaş bir şekilde aşağı doğru indirip, omuzuyla kapıyı itekledi. Etrafa detaylı bir şekilde göz gezdirdikten sonra kapıyı iyice açıp içeriye girdi. Hiç bir şeye dokunulmamış, her şey yıllar önce bıraktığı şekilde duruyordu. Biraz özlem, biraz da hüzün dolu bakışlarla etrafı izlemeye başladı. Bir kaç adım yürüdükten sonra odanın tam ortasında durdu. Özlemini çektiği şeyi görmek ümidiyle arkasını dönünce bir an için göz göze geldiler. Kendisine tebessüm ederek bakıyordu. Yaklaşıp parmaklarını yüzünde gezdirdi. Uzun yıllar sonra elinde tuttuğu fotoğrafa iç geçirdi. Biraz ötedeki koltuğa oturup gözlerini kapattı. Yıllar öncesine yolculuk yapmaya başladı.
19 Haziran 1983
BİRİNCİ KISIM
Sabahın erken saatlerinde çatıları sarıya boyayan güneş, yüksek binaların ardında kaybolurken, şehir, yavaş yavaş karanlığa teslim oluyordu. Bahçedeki kamelyada oturup oyuncaklarınla oynayıp, kendince küçük hayaller kurarken, gözü bahçe kapısına gitti. Biraz sonra şu kapıdan elinde her zaman ki gibi gazete kağıdına sardığı şişe ile girecek ve evin her yanı onun korkusuyla dolacaktı. Cihan her zaman ki gibi uyuyor numarası yapacak, bir kaç saat sonra tam uykuya dalacakken halasının hıçkırıklarıyla yatağından sıçrayarak uyanacaktı. Yine içip içip halasına türlü işkenceler uygulayacaktı. Yorganı kafasına kadar çekecek, korkudan bir mum alevi gibi titreyecekti. Babası uzun yol şoförüydü. Annesi Cihan'ı doğururken ölmüştü. Onu halası büyütüyordu. Yolculuğa çıktığı zamanlar evin içi huzurla doluyordu, ta ki o gelene kadar. Ayda bir kaç gün eve gelir, hayatı ona ve halasına zindan eder, daha sonra kamyonuyla işinin başına döner, günlerce eve uğramazdı. Karısının ölümünden sürekli oğlunu sorumlu tutar, "sen olmasaydın şu an karım yaşıyor olacaktı" deyip dururdu. Henüz on iki yaşındaydı ama babası yüzünden kendini çok daha büyümüş hissediyordu. Herkese güler yüzlü olur, eve geldiği zaman kalbini kapının dışında bırakırdı sanki. Bir yol kenarı ağacı gibi yalnız ve soğuk hissettirirdi ama her şeye rağmen bir defa oğlum dese her şeyi unutup, sımsıkı sarılmak isterdi ona. Çok dayak yerdi babasından ama daha sabahında unuturdu bir gece önceki yaşanan ölüm kalım halini. Halası kendi acısını bir kenara bırakıp, Cihan'ı teselli ederdi. "Annenin zamansız ölümü onu perişan etti. Çekilmez adamın biri olup çıktı." Babam içmeyi severdi, ben ise onu ama kendime bir söz vermiştim, ben onun gibi olmayacaktım.
Bunları düşünürken bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Babası, koltuğunun altında alkol şişesi, yüzünde bir ölünün soğukluğu ile içeriye girdi. Cihan oturduğu yerden kıpırdamadan babasını izlemeye başladı. Tam yanından geçerken bir an için duraksadı. Kundurasının ucuyla oyuncaklarını ittirip, "her gün bu salak şeylerle oynamaktan başka bir şey bilmiyorsun, hiç büyümeyeceksin sen," deyip yoluna devam etti. Arkasından boş gözlerle onu izledi. Halası, daha içeriye girmeden terliklerini ayaklarının önüne bıraktı. Babası, terliklerini ayaklarına geçirirken halasını paylamaktan geri kalmıyordu.
"Ne dikiliyorsun tepemde be kadın? Al şunu da masayı kur. Asalak gibi yapıştınız hayatıma sen ve bu piç kurusu. Birisi gece gündüz oyuncaklarla oynar, diğerinin aklı beş karış havada, ne yaptığını bilmez. Hep o babam yüzünden bunlar. Seni, o ne idüğü belirsiz herifin birine verdi. Ne yaptıysam söz dinletemedim. Yıllar sonra dönüp geldin. Babam ölüp gitti, seni de benim başıma musallat etti." Oğluna döndü sert bakışları "hele şuna ne demeli. Hay sizi bana verene, tövbe tövbe."
BİRİNCİ BÖLÜM
Cihan oturduğu yerden gözlerini tek hamlede açıp birkaç saniye karşı duvarı izledi, elindeki oyuncakları koltuğun üzerine atıp, bir hışımla evden çıktı. Öfkesi gözlerinden okunabiliyordu. Bahçe kapısını sert bir şekilde kapattı. Islak kaldırımdan inip karşı caddeye geçti. Yağmur şiddetini tamamen kaybetmişti. Hızlı adımlarla atölyeye doğru giderken, henüz on bir ya da on iki yaşlarında, daha bıyıkları bile terlememiş, esmer bir çocuk önünü kesti. Bir elinde kendisinden ağır boya sandığı, diğer elinde plastik bir tabure, yüzünde masum bir gülümseme ile "boyayayım mı abi? Beğenmezsen para ve..." "İstemez boya falan." Karşı sokağa sapıp, köşeyi döndükten sonra gözden kayboldu.
Atölyeye girip, yarım bıraktığı resme yaklaştı. Şövaleyi, denizi boydan boya gören pencereye doğru yaklaştırdı. Ahşaptan yapılmış sandalyesine oturup, fırçayı eline aldı. Boya fırçasını eline aldığı zaman her şeyi unutuyor, dünyadan elini eteğini çekiyordu. Bir kendisi, bir de tuvale vurduğu fırça darbeleri kalıyordu yeryüzünde. Diğer her şeye kör ve sağır oluyordu. Saatlerce fırçayı elinden bırakmadı, bir şeyler karalayıp durdu. Beğenmedi tekrardan yaptı, bir daha, sonra bir daha. Kaç tane tuval değiştirdiğini hatırlamıyordu. Bir kaç saat atölyede oyalandıktan sonra kol saatine gitti gözleri. Üçü çeyrek geçiyordu. Fırçayı bırakıp ceketini omuzlarına aldığı gibi merdivenleri ikişer ikişer inip sokağa çıktı. Kabataş erkek lisesinin önünden geçip, tramvay caddesine ulaştı. İçinden kaç dakika yürüdüğünü sayıyordu. Adımlarını hızlandırdı. Çünkü bu saatlerde kalabalık olan tramvay, çekilecek çile değildi. Ayrıca ayakta yolculuk etmekten de nefret ederdi. Bir kaç dakika sonra beklediği tramvay gelmişti. Tam da tahmin ettiği gibi hıncahınç doluydu. İş saatine denk gelen bu yolculuk ona dünyada cehennemi yaşatıyor hissi verirdi. Zorda olsa kendine sığabilecek bir köşe buldu. "İşte yine başlıyor maceramız, kemerlerimizi sıkıca bağlayalım, hanımlar beyler kaptan pilotunuz konuşuyor, Ahmet Yılmaz, Ahmet Yılmaz babanız Beyazıt tramvay durağında beklemektedir. Lütfen bir sonraki durakta ininiz ve babanızla irtibata geçiniz." Her tramvay yolculuğunda bu oyunu oynuyor, ulaşacağı durağa kadar kendi yarattığı hayal bahçesinde dolaşıp duruyordu. Yaklaşık kırk altı dakikalık yolculuktan sonra ineceği durağa ulaşmıştı. Kapılar açıldı, tam inecekti ki bir el hissetti omuzunda, "kardeşim saat kaç acaba?" Cihan bileğindeki saate baktı. "Üçü çeyrek geçiyor."