Bölüm 4

0 0 0
                                    

Sevilmeden sevmek...

"İnsanın, sigarasını sönük bir sigaradan yakmaya benzer" demiş George Sand. O kadar kötüdür ki, ondan başka kimseyi sevmek istemez insan. Hep bir beklenti, hep bir umut taşır içinde. Olur da bir gün o da beni sever diye. İçindeki aşk büyüdükçe büyür, sen azalacağını düşünürsün ama o günden güne daha da artar. Rüyalarının konusu bellidir artık. İnsanı yoran, acıtan, bitkisel bir yalnızlıkta havada asılı bırakan, fakat tertemiz, sıcacık ve gerçektir sevilmeden sevmek. Bir yanı umut, diğer yanı umutsuzluktur. Bekleyişlerin en güzeli, en heyecanlı olanıdır. Kalbin ve bedenin ona duyduğun aşkla ikiye bölünür. İki kişilik yaşar, iki kişilik nefes alırsın artık. Tıpkı Nazım Hikmet'in dediği gibi; "seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir.
Ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak.

İKİNCİ KISIM

    Uçak Ankara Esenboğa havaalanına planladığı saatten, kırk dakika daha geç iniş yapmıştı. Yetkililer bu durumun havanın karlı olmasına bağlamışlardı. Konveyörden valizini aldıktan sonra çıkış kapısına doğru yöneldi. Kalabalığı yarıp, tenha bir yere geçince ilk işi kapalı olan telefonunu açmak oldu.

"Babaanne indim ben, şu an Ankara'dayım."

"Tamam canım benim. İşlerin biter bitmez dön hemen. Özletme kendini, beni de yalnız başıma bırakma buralarda. Bir de ilaçlarını sakın aksatma olur mu? Aklım sende kalmasın."

Dışarıya çıktıktan sonra durduğu yerden etrafı izlemeye başladı. Her yer bembeyaz ve soğuktu. Karşısına çıkan ilk taksiyi çevirip bindi. "Bahçelievler'e gidelim lütfen." Yol boyunca buranın yabancısı olduğunu belli edercesine, geçtiği yerlere arkasını dönüp bir kere daha bakıyordu. Çünkü bir kaç yıl öncesine kadar şu an geçtikleri yerler birer gecekondu mahallesiydi. Şimdilerde ise ıssız bir çöl gibi, dümdüz bir araziden başka bir şey değildi. Üzülse mi sevinse mi karar veremedi. Çok değil iki ya da üç yıl sonra buralara yüksekçe binaların hakim olacağından bihaber yola devam ettiler. Canan, küçük yaşta hem öksüz, hem de yetim kalmış olmasına rağmen yaşama sevincini hiç kaybetmemiş dünyalar güzeli biriydi. Anne ve babası trafik kazasında öldükten sonra onu babaannesi büyütmüştü. Fransa'da yaşamasına rağmen işi gereği ara sıra Türkiye'ye gelirdi.

Uzun bir yolculuktan sonra nihayet eve ulaştı. Valizini kapının kenarına bıraktıktan sonra ilk işi kendini koltuğun üzerine bırakmak oldu. Evin içi sıcacık ve temizdi. Bir kaç dakika o halde tavanı izledikten sonra, yerinden doğrulup balkon kapısının önünde durdu. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Kar kütleleri sesi yuttuğundan dolayı, şehir ıssız bir karanlığa gömülmüş gibiydi. Karanlık ve sessiz. 

Kendisine bir fincan kahve yaptıktan sonra, mutfaktaki masaya oturdu. Sigara paketinden bir dal sigara çıkarıp yaktı. Uzun bir yolculuk yaptığı için bu keyif kahvesini sonuna kadar hak ettiğini düşünüp kendini şımartıyordu. Sigarasından bir kaç nefes çektikten sonra kül tablasına bastı. Kahvesini alıp tekrardan balkon kapısının önünde durdu. Sağ omuzunu duvara dayayıp dışarıyı izlemeye devam etti. Bu görüntüyü izlemek ona keyif veriyordu. Bütün yorgunluğu, havada süzülüp yeryüzüne düştükten kaybolan kar tanesi gibi yok olup gidiyordu sanki. Kahvesinden bir yudum daha aldı. Orada o şekilde dakikalarca durduktan sonra, elindeki fincanı koltuğun kenarına bıraktı. Göz kapakları ağırlaşmış, yorgunluk artık kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Buna daha fazla karşı koymayıp odasının yolunu tuttu. Üzerini değiştirdikten sonra yatağa girip, uykunun karşı koyulamaz güzelliğine teslim oldu.

   Sabah erkenden uyanıp kahvaltıyı hazırlamıştı. Bir yandan elinde tuttuğu gazetenin magazin sayfalarını karıştırırken, bir yandan da çayını yudumluyordu. Biraz sonra gözleri sol üst köşedeki habere gitti. Haberin başlığında "bir kadının yeri kocasının yanıdır sadece" yazıyordu. Bir hışımla gazeteyi buruşturduğu gibi yere fırlattı. Kadınların toplumdaki yerinden her zaman şikayetçi olmuştu. Onların sürekli ikinci plana atılan bir varlık olmasından rahatsızlık duyar, bunu da bulunduğu her ortamda dile getirirdi. Kadınların ailede, iş hayatında ve sosyal hayatta yer alması gerektiğini savunurdu. Bu uğurda öleceğini bilse, yine de geri adım atmazdı. Onun için erkek egemenliği diye bir şey söz konusu bile olamazdı. Her zaman eşitlikten yana tavır sergilerdi. Bir toplumda erkek ne ise kadın da oydu. Ne bir eksik, ne bir fazla.

Kahvaltı faslı bittikten sonra üzerini değiştirip, daha önceden yaptığı tasarımları alıp şirketin yolunu tuttu. Bir kaç saatlik yolculuktan sonra şirkete ulaştı. Dosyayı sunumu yapacak olan kişiye teslim ettikten sonra, kendisi için daha önceden hazırlanmış olan odaya geçip yerleşti. Ankara'daki işleri bir aksilik çıkmazsa iki ay sürecekti. Zaman kaybetmeden işe koyuldu. Bilgisayardan geçmiş yıllara ait tasarımları çıkarıp incelemeye başladı. Canan, eğitimini Fransa'da almış, çok yetenekli bir grafik tasarımcıydı. Ayrıca resim yapmayı da çok severdi.

İşe kendini öyle bir kaptırmıştı ki, oda kapısının açıldığını fark edemedi bile.

"Bu şirketi bir tek sen kurtaracaksın sanırım."

Canan, duyduğu sesten dolayı ürkmüştü. Başını kaldırdıktan sonra yüzünde bir tebessüm belirdi.

"Ah Müjgan sen miydin? Hoşgeldin. Geç otur şöyle. Tasarımlara kaptırmışım kendimi."

"Her zaman ki gibisin. Söz konusu yeni bir şeyler yaratmak olunca, kendin dahil herkesi, her şeyi unutup, bambaşka dünyalara yolculuğa çıkıyorsun. Arkadaşlar söyledi geldiğini. Hem bir selam vereyim dedim, hem de şu davetiyeyi vereyim dedim."

Canan meraklı bir ses tonuyla Müjganın uzattığı davetiyeyi aldı "ne ki bu?"

"Beyoğlu sanat galerisi yazıyor üzerinde. Ünlü bir ressamın resimleri sergileniyormuş. Biz eşimle haftaya memlekete gideceğiz o yüzden gitmemiz mümkün değil. Senin de resimlere olan merakını biliyorum. Belki gidersin diye düşündüm, sana vermek istedim."

Yüzünde güller açmış gibiydi. Teşekkür etti. Birlikte birer kahve içip, biraz sohbet ettikten sonra müjgan işinin başına döndü. Canan da davetiyeyi çantasına koyup, kaldığı yerden işine devam etti.

KAVUŞMAK NE ZAMANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin