2. BÖLÜM - TEK GÖZLÜ KEDİ

95 8 15
                                    

İki ay önce...

Uçarak bulutların içinden çıkıyorum. Etrafımdaki yoğun sis yüzünden hangi yöne doğru gittiğimi bilmesem de sisin içinden gelen bir ses yolumu bulmama yardımcı oluyor. Endişeliyim, hem de hiç olmadığım kadar endişeliyim. Rüzgâr, yüzümü parçalamak için öfkeyle saldırıyor, direniyorum. Esintisiyle beni karanlığa doğru sürüklemeye çalışıyor, boyun eğmiyorum. Islığıyla kafamın içine girmeye çalışıyor, karşı koyuyorum. Gökyüzünü parlak bir alev kaplıyor. Alevler büyüyüp bulutları yakıyor. Kırmızı gökyüzü... Yağmur damlaları bedenime temas eder etmez buharlaşıyor...

Sırtım ağrıyor. Koyu mavi renkli, yeşil desenli bir kapının başında dikiliyorum. Kapı, bizim geçmemizi engellemek için taşlaşıyor, taşlaşırken garip bir şekilde gıcırdıyor. Nasıl içeri gireceğimizi düşünürken yanımda bir kahkaha işitiyorum. Mavi bir ateş kapıya çarpıyor. Zangır zangır titreyen kapı sonunda onu geçeceğimizi anlayıp pes ediyor ve toza dönüşüyor. 

Günün ilk ışıkları odamın tavanına vurduğu sırada gözlerimi açtım. Tuniğim terden sırılsıklam olmuştu ve boğazım sanki saatlerce bağırmışım gibi ağrıyordu. Gördüğüm rüyanın etkisinden çıkmam biraz zaman aldı. Aslında çocukken sıklıkla ilginç rüyalar görürdüm. Mesela, kocaman bir deniz canavarının sırtına binip suyun altındaki şehirde atıldığım macera bunlardan birisiydi. Uyanır uyanmaz anneme koşup beni oraya götürmesi için yalvarmıştım. Tabii annem üzülerek öyle bir yerin gerçek olmadığını, gitmenin de mümkün olamayacağını söylemişti. Büyüdükçe rüyalarım azalsa da hala arada sırada görürdüm. İnsanların dünyası mantıkla sınırlıydı; ama benim için rüyalar, mantığın ortadan kalktığı ve zihnimin sınırlarının olmadığı yegâne yerlerdi. Esneyerek yataktan kalkıp çizmelerimi ayağıma geçirdim. Giysi dolabımdan yeni bir tunik aldım ve odamdan çıktım. 

Babam, ben doğduktan kısa bir süre sonra ölmüştü. Bizde annem ile tek katlı, üç odalı bir evde yaşıyorduk. Sadece birer yatak ve giysi dolabı bulunan iki oda haricinde, yemek masası, mutfak tezgâhı ve şöminenin bulunduğu bir salon vardı. Avda olduğum zamanlarda annem, zamanının çoğunu ya evimizin yanındaki tarlada ekinlerle uğraşarak ya da salondaki şöminenin karşısında dinlenerek geçirirdi. Ben ise genelde ava gidip yakaladığım hayvanların evimizin sundurmasındaki masada derilerini yüzerdim. Yazın her şey güzel gitse de kışlar baya zorlu geçiyordu; çünkü o zamanlarda sadece benim avladığım hayvanlarla geçimimizi sağlayabiliyorduk.

Salona adımımı attığımda annemin daha uyanmadığını gördüm. Hemen mutfağa yönelip kendime bir bardak su doldurdum. Su içtikçe içimdeki ateş yerini ferah bir serinliğe bıraktı. Pencereden dışarı doğru kafamı uzattığımda avlanmak için çok güzel bir havayla karşılaştım. Güzel bir gün olacak diye düşündüm. Bugün geyik avlamak için dağa doğru gidecektim; çünkü son zamanlarda fazla tavşan yemeye başlamıştık. Biraz değişikliğin zamanı gelmişti. Olabildiğince ses yapmamaya çalışarak kapının yanında asılı duran yayımı omzuma aldım, duvara dayanmış sadağımın kemerini belime taktım. Ormanda su bulamama ihtimalim olduğundan dolayı mataramı doldurup heybeme koydum ve evden çıktım.

Yazın son aylarında olduğumuz için hava ne sıcak ne de soğuktu. Patikadan ayrılıp direkt dağa doğru yürümeye başladığım sırada yeni doğan güneş, taze ışıklarıyla ağaç yapraklarını boyuyor, turuncu tonları tüm ormana hâkim oluyordu. Kafamı kaldırdığımda gördüğüm kuşlar, içimi neşeyle dolduran cıvıltılarıyla beni selamladı.

Geyik avının önemli noktalarından bir tanesi kokuydu. Çok iyi göremeseler de geyikler, keskin koku alma özelliğiyle bunu kapatıyordu. Bundan dolayı rüzgâr eserse nereden eseceğini bilmeli ve geyiğe kokumun gitmeyeceği şekilde yaklaşmalıydım. Yerdeki ağaç dalını alıp tuniğime ve pantolonuma sürttüm. Orman kokmalıydım, orman olmalıydım.

Kanatların İmparatorluğuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin