17

43 4 0
                                    

evinde oturup müzik dinliyordu o gün mark. gözlerini kapatıp yatağa uzanmıştı. gülümsüyordu. gülümsemesinin tek bir sebebi vardı. donghyuck. onunla ilgili hayaller kuruyordu. el ele tutuşup yapraklarla dolu olan yolda yürüyorlar, açık havada sinema izliyorlar, yıldızları sayıyorlar, bulutları farklı şekillere benzetmeye çalışıyorlardı. madem bu evrende birlikte olamayacaklardı, farklı evrenlerde bu anları oluşturmalıydı.

o an durdu ve kalktı. yatakta oturur pozisyona geldi. gözlerini iyice sıkıp son bir umutla açmayı diledi. aslında yeniden dünyayı görebilmeyi denedi. kalbi çok hızlı çarpıyor, nefes alış verişleri git gide hızlanıyordu. ama bu çabalar boşunaydı. gözlerini açtığında etraf... yine karanlıktı. böyle olacağını bilse de hayal kırıklığı yaşamıştı. gözünden bir yaş düştü. ve bir tane daha...

ağlamaya başladı. sadece bu olay yüzünden değil, donghyuck'u çok özlemişti. ona karşı çok sinirliydi.

"aptal... birini iyileştirip, onu yaşatıp sonrasında nasıl siktir olup gidebilirsin? hem de o kişinin, o ölümün eşiğindeki kişinin yaşama tutunma sebebiysen?"

"çok bencilsin donghyuck. birinin hayatını mahvedip nasıl en sonunda kendin gidebilirsin? buna hakkın var mı?"

"daha... daha sorumluluğunu üstlenmeden.."

mark ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. yanaklarının kurumasına fırsat vermiyordu. çalan müzik de hüzünlü olunca kendini iyice kaptırıyordu.

birçok kez intihar etmeyi düşünmüştü. hatta denemişti de. ama tam o anlarda zihninde donghyuck'un o güneşten daha parlak olan gülümsemesi beliriyordu. onu görebilmeyi çok özlemişti. en sonunda ise kendini durdurup yere atıyordu. yerlerde ağlıyordu, içinde hiçbir şey kalmayana kadar. bu yüzden de körlüğü git gide artmıştı. artık her şey tam anlamıyla "siyah"tı.

birden kapı çaldı. mark irkildi ve olanları birkaç saniye idrak etmeye çalıştı, durdu. bir kez daha çalınca kendine geldi ve koşup peçete aldı. gözyaşlarını sildi. ne kadar silebildiği tartışılırdı. ayna karşısındaydı fakat aynadan kendine bakamıyordu bile.

hızlı adımlarla kapıya doğru yürüdü. derin bir nefes aldı. kapıyı artık hemen açmıyordu. eskiden kapı deliğinden veyahut görümtülü diyafondan bakıp kimin geldiğini görebiliyordu. ama artık kapının arkasından "kim o?" demekle yetiniyordu.

"kim o?"

dışarıdan ses gelmedi bir süre. mark şaşırmıştı. karşıdaki neden cevap vermiyordu? tekrarladı.

"kim o?"

yine ses gelmeyince mark içinden küfretti ve kapıdan uzaklaşmaya çalıştı ki cevap geldi.

"benim... jeno..."

mark yerinde donakaldı bir süre.

"m-mark? sensin değil mi? l-lütfen konuşalım ha?"

mark sinirden ellerini yumruk yapmıştı. ama içinden bir ses ona şans vermesi gerektiğini söylüyordu. kapıyı sertçe açtı, kaşları çatık bir şekilde.

"NE VAR? NE İSTİYORSUN? YİNE NE PLANLIYORSUN?"

jeno şaşırmıştı. mark'ın kızacağını biliyordu ama bu kadar da değildi.

"içeri girebilir miyim?"

onca yıllık hatrı olduğu için reddedemedi onu. bir şey demeden geri çekildi.

salona geçtiler ve oturdular. jeno mark'a bakmaya utanıyordu, her ne kadar o bunu göremese de.

"ne söyleyeceksen söyle sonra defolup git!"

"tamam tamam."

jeno başını eğdi, cesaretini toplamaya çalıştı.

"mark ben... ben tüm içtenliğimle özür dilerim."

ayağa kalktı ve mark'ın önüne eğildi. defalarca kez özür diledi, ağlayarak.

mark neye uğradığını şaşırmış, jeno'yu ayağı kaldırmaya çalışıyordu.

"ne yapıyorsun lan sen? ayağa kalk çabuk. AYAĞA KALK LEE JENO!"

jeno durdu, mark çok yüksek sesle demişti son cümlesini. jeno ona baktı, ayağa kalkıp yerine oturdu. mark sinirliydi, derin bir nefes aldı.

"tam olarak neyin özürü bu? ha?"

"yaptığım her şey için. o zamanlar sana âşıktım ve gözüm kör oldu. donghyuck'u çok kıskandım. özür dilerim."

"şu tabiri.. kullanmasan olmaz mı? gerçekten kör olmuş bile değilken?"

"ö-özür dilerim. ben sadece–"

"tamam. anladım. o gün donghyuck senin yüzünden bir daha bana yazmadı. bir daha gelmedi. ve ben dört yıl boyunca ondan hiç haber alamadım. o... o ölmüş olabilir ve bunun en büyük sebebi sensin. senin yüzünden öldü. bir özürle onu geri getieebileceğini mi düşünüyorsun lan sen?! ayrıca... özür dilemen gereken kişi ben değilim. donghyuck. ikimizin de hayatını mahvettin. tek fark hâlâ benim hayatımı mahvetmeye devam ediyorsun, onunkini değil."

jeno ağlıyordu, özür dileyip dursa da hiçbir işe yaramıyordu. o haklıydı. özür dileyerek onu geri getiremezdi.

"mark ben... onunla konuştum. bana asla sana tekerlekli sandalyede olduğundan bahsetmememi söyledi. senin kardeşini kurtarmaya çalıştığını söylememi istedi. o zamanlar... biliyorsun, benim de işime gelmişti ve sana söylemedim. ama ben çok pişmanım mark. gerçekten çok pişmanım. hatamı anladım fazlasıyla. cezamı bu dört yıl boyunca çektim, inan bana. artık eskisi gibi değilim. eski jeno değilim."

"bana... mark'a iyi bak demişti. o son gün. 'onu her gün neşelendir. beni her ne kadar sevmesen de lütfen bunu yap' demişti. o gün... ondan sonra onu bir daha görmedim."

mark ağlıyordu, gözyaşlarını sildi. ayağa kalktı. kapıyı gösterdi.

"kalk git. DEFOL GİT BURADAN! SESİNİ BİR KEZ DAHA DUYMAK İSTEMİYORUM! GİT DEDİM SANA, DEFOL! OROSPU ÇOCUĞU! BENİM NE KADAR ACI ÇEKTİĞİMİ BİLDİĞİN HALDE GELİP BANA BUNLARI ANLATIYORSUN. SENİN YÜZÜNDEN KÖRLÜĞÜM DE ARTIYOR. SİKTİR GİT BURADAN!"

mark yere yığıldı birden. kendini çok kasmıştı, çok yorulmuştu. bilinci kapandı birden.

baby, you don't know you're beautiful 《markhyuck》Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin