Hırçın Orman Yeşili

103 6 154
                                    

Kadim bedenim hiç olmadığı kadar ağırlaştı, parladı ve söndü. Acının en görkemli halinin dibini sıyırırken evlatlarıma seslendim.

"Ey görünmez ruhlar huzurumda toplanın!"

Sesim tüm yeryüzünde yankılandı. Yavaş yavaş etrafımda bir kalabalık oluştu. Hayvanlarla henüz işim yoktu. Henüz. Önce topraktan başlayacaktım çünkü; toprak hayat demektir. Bu yüzden pes etmeleri uzun sürmez. Toprağın üzerindeki her canlı ruhun temsilcisini çağırmıştım. Seçtiğim yer ise eskilerden tanıdığım şeytani orman cini Arçura'nın ormanıydı; şimdi bu çoraklaşmış ve kimsesiz kalmış Arçura ormanına bin bir çeşit yaşlı ağaçlar ve yemyeşil bitkiler geliyorlardı.

"Yüce Efendim! Bağışlayın."

"Söyle ulu söğüt!"

Büyük, yaşlı gövdesi ve dallarında kalmış birkaç yaprağın verdiği hışırtıyla sözlerine devam etti.

"Var olduğumuz günden beri onlar (insanlar) için yaşadık. İki ayaklılar tarihleri boyunca toprak için savaştı. Bu sefer toprağa karşı gelemezler ona karşı savaşamazlar, biliyorsunuz ki hep ona sahip olmak için yaşıyorlar."

İleri geri sallanarak söyledikleri, sağında ve solunda bulunan yaşlı kavak ve porsuk ağaçları tarafından onaylandı. Bense yeniden şekillenen gövdemi dikleştirip ona cevap verdim.

"Doğru, kimi zaman sahip olduklarını düşündüler, asla öyle olmadığını biliyorsun. İstedikleri gibi kullandılar hatta onun için (toprak) birbirlerine düşman oldular. Kan döktüler. Buna rağmen kıymetini bilemediler. Sırtına koca koca binalar diktiler, susuz bıraktılar. Şimdi ise gerçek efendileriyle tanışma vakti geldi; Döndüm! Evlatlarım için, sizin için kaybolmuşların arasından; en derinlerden döndüm. Bu benim için ne kadar zor olsa da yeni bedenime alışacağım ve onlara verdiğim her şeyi geri alacağım!"

İçlerinde en yaşlıları olması hasebiyle topluluğun sözcüsü durumunda olan yaşlı söğüt endişelerini dile getirirken bir hayli çekingendi ama yine de sözünü sakınmadı.

"Kutsal annemiz bağışlayın lakin iyice düşündünüz mü emin olamıyorum. Bu kadar canı riske atmaya değer mi?"

"Bu ne cüret!" derken sesim hiddetlendi. "Gücümü hafife mi alıyorsun? Amacım kan dökmek veya masumlara kıymak değil. Tehditlerim işe yaramazsa beni buna mecbur edebilirler fakat benim önceliğim uyarmak. Uyaracağım ve sonrasına bakacağım."

Öfkemden kalan yaprakları da yere düşen yaşlı bunak geri çekildi. Bana hizmet eden hüma kuşları başımdaki üç boynuzuma konup tatlı tatlı ötüştü. Bu kuşlar sinirlerime gerçekten iyi geliyordu.  İnsan bedenine dönüşmek zaman alacaktı.

Kıvrımlı, sert boynuzlarım gümüş renginde yumuşacık saçlara, toprağın derinlerinde gezen güçlü köklerim kırılgan insan bacağına dönüşüyordu. Toprağın altındaki dünya da bundan çok daha parıltılı ve ihtişamlıydım. Bu dünyadaki yansımam çirkindi ve bu çirkinlik insan bedenine dönüşürken sanki daha da çirkinleşiyordu. Kuş kadar bir surat, iki küçük delikli burun ve düğme gibi gözler. Kim bu bedene katlanabilir ki. Ama ben Tabiat Anayım, evlatlarım için bu öcü alacağım, tek teselli sebebim bu. Şimdi hesaplaşma vakti!

Altın renkli hüma kuşu salına salına omzuma kondu. Bedenim değişiyordu doğru ama güçlerim azalmıyordu. Ben hâla bir tanrıçaydım. Babam Gök Tengri'nin bana verdiği -ona göre bir görev bana göreyse bir ceza- vazife yüzünden yer altındaki dünyada olan yirmi bin yıllık bu ceza sonunda özgürlüğüme kavuşmuştum. Bu sürgün boyunca neler olup bittiğini görüyor, kılımı kıpırdatamıyordum. Soysuz kardeşlerim bana ve evlatlarıma yapılanlara göz yumuyor ben ise bu katliama seyirci kalıyordum. Şimdiyse bu rezil düzenin sonunu getirme vaktim geldi.

"Evlatlarım çemberi genişletin! Şu fani insan bedenindeki tanrıçaya bakın ve görün. Sürgünüm bitti, artık bu savaşta yalnız değilsiniz. Soytarılar kral olmaya, köleler efendi olmaya geldi! Şimdi bizim zamanımız!"

"Evet! Tanrıça Umay çok yaşa!"

"Var ol Umay!"

"Hey! Yaşa yaşa!"

Coşkulu sesler Gamora şehrinden yükselirken güneş doğmaya ve sıcak yüzünü bizlere göstermeye başlamıştı. Fani dünyanın en gösterişli ve en acımasız kralının yaşadığı şehir burasıydı. En zor yerden başlamayı seçtim ki büyük lokmayı yuttuktan sonraki minik lokmaları yutmak bize koymasın.

Gamora denen zalimlerin şehrinde güneş yükselirken vücudum kıvrımlı şeklini almaya, kızıl saçlarım parlamaya, hırçın yeşil gözlerim kendini bulmaya devam etti...

Sonra hatırladım acımla yeniden doğarken. Kim olduğumu, binlerce yıl önce gök aleminde sürdürdüğüm imrenilecek hayatın sahibini dün gibi hatırladım. Gökyüzünde yaşarken, pembe bulutun ardında yeryüzündeki insanları seyreder, o minicik, korunmaya muhtaç çirkin bedenlerinde, kendileri ve çocukları için ettikleri duaları duyardım. Yeryüzündeki hamile kadınların ve çocukların koruyucusuydum.

Bir evde bazen çığlık çığlığa bazen de huşu içinde bir doğum gerçekleşirdi. Oraya zarif atımla iner, gök aleminden aldığım süt gölünden bir damla sütü yeni doğan bebeğin dudaklarına değdirirdim. Yanlarına uğradığım vakitlerde minik suratlar tebessüm ederdi. Arayı çok açar ve beni göremezlerse hastalanır, annelerine eziyet ederlerdi.

Göğün pembe bulutu içinde tanrıçaları ağırlar, Hanlarve Ülgen'nin oğulları hakkında kelimeler tüketirdik. Eğlenirdim, eğlendirmeyi de severdim. Dünya zamanı ile bir gün bu eğlencem aşırıya kaçtı ve babam GökTengri bana yeryüzü cehennemini reva gördü.


UMAYHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin