Yer altındaki karanlık alem benim gibi eşsiz bir tanrıçaya göre değildi. Orada yaptığım işler, nasıl desem basitti, gereksizdi. Kan rengi kırmızı havası, yüksek kayalıkları, göz alabildiğince uzanan çölleri... beyaz bir kuşa dönüşüp güney semalarında gezerken doğum yapan bir cin görürdüm sonra cezamın en can alıcı yeriyle karşılaşırdım. O doğumlara yardım etmek başıma gelebilecek en kötü şeylerdendi. Ah, ıstıraplı sesler hâlâ kulaklarımda ve o etlerin kopuşu, bedenlerin ayrılışı... insan bedeninden kat kat iğrenç bir manzaraydı. Yer alemi beni başlarda sevmedi çünkü onlardan daha güzel ve daha iyiydim. Güçlü ve becerikli olmamı çekemediklerini kıskanç derilerinden anlardım.
Tüysüz diye bir arkadaşım vardı. Kayalıklara girip çıkar, en son dedikoduları bana toplardı. Oradaki bedbaht hayatımın tek eğlencesi. Bu laklakçı kertenkele olmasaydı günler nasıl geçerdi. Yeryüzüne dönmek ve hatta göğe bakmak benim için son zamanlarda ulaşılması zor bir hayaldi. Ki benim için imkansız diye bir şey yoktur.
Canımı en çok sıkan şey ise "Yer aleminin efendisiyim, ham acıların yiyicisiyim." diye ortalıkta aslandan bozma domuzdan olma suratıyla gezinen Erlik'ti. Bu yer tanrısı benimle sürgünüm boyunca az uğraşmadı. Ben altta kalır mıyım, kalmam. Bende ona çok eziyet ettim. Hak etmediği zamanlarda bile.
Yukarıya dönüşüm Erliği üzmüş olmalıydı. Zavallı ucube benim gibi benzersiz bir varlığı bir daha göremeyecekti. Hoş şimdi beni görse tanıyamaz. O destansı boynuzlarım pul gibi dökülüp gümüş saçlara döndü. İki ayaklı bedenim orta yaşlı güzel bir kadına dönüştü.
Çıplak gezemezdim, altın kuşumdan bana bir kardelen getirmesini istedim. Çorak ormanı didik didik etti. Kendi gücümle bir elbise yaparak bu zayıf bedenimi hemen üzmek istemedim. Biraz sonra gagasında bir tane kardelen bulup geldi ve önüme koydu. Elime biraz toprak aldım. Fani bedeni örtecek fani toprağı üfleyip üzerine attım, efsunlu sözlere gerek bile kalmadı niyetim onu güzel beyaz bir elbiseye dönüştürdü. Elbiseyi bedenime geçirdim, doğrusu biraz da olsa kendimi güzel hissettim.
Karşımda hizmet için bekleyen söğüt ağacının kabuğunu sorgusuzca çekip çıkardım ve kuvvetlice üfledim. Kahverengi bir yeleğe dönüştü sonra tilkilere göz kırptım. Kuyruklarından aldığım tüyleri yeleğe ekledim. Bu bedenimi sıcak tutardı.
Onlar benim evlatlarımdı ben onlar için onlar da benim için her şeyi yaparlardı. Suud yanıma yaklaştı. Arçura'nın sadık hizmetkârıydı. Burada olduğum geceden beri bir kayanın arkasına büzülmüş bizi izliyordu. Sabrı sona erince benimle merakını gidermek üzere konuşmaya gelmişti.
"Yüce Umay, bağışlayın. Sizi meşgul etmemek için bekliyordum. Bakın tam şu kayanın arkasında," üç parmağının üçüyle de kayayı işaret etmişti "İşte orada." delici yeşil gözlerimi üzerinde usulca gezdirdim. Korkuyordu, kokusunu alıyordum. "Bilmez miyim sanırsın, ne istiyorsun cüce?"
Babası orman cini Arçura, annesi fani bir cüceydi. Bu melez ne değişik bir yaratıktı böyle, yüzüne bakan tekrar bakamazdı. İki elinin her birinde üç parmağı vardı ve ayağının biri de tersti. Ama bu yürümesine hiç engel değildi. Boz kırmızı uzun pabuçları bu kusurunu örtüyordu. Anası ölmüş babasının peşinde virane gezinip dururdu. Arçura onun bile bilmediği sebeple ortadan kaybolunca ona miras bu çorak ormandan hiç ayrılmamıştı.
"Marifetlerimi hizmetinize sunmak istiyorum tanrıçaların en güzeli." dedi sırıtarak.
"Ne hünerlerin varmış göster bakalım," bacağımın yarısına gelen boyuyla ne yapabilirdi ki. Derken hiç de tahmin etmediğim bir şey oldu. Bücür melez Suud güzel mi güzel bir taya dönüşüvermişti. Gözlerimi kısıp hayranlıkla ona baktım. Beni şaşırtmış olmanın verdiği memnuniyeti kara gözlerinden okuyabiliyordum "Çevirme laneti. Nereden öğrendin bunu, sana neye patladı?" diye sordum.
"Ne siz sorun ne ben söyleyeyim," susup, devam etmesi için dudağımın kenarını kıvırdım. "Bir düz ayağa ve dört parmağa mâl oldu. Bu yüzle ömür boyu gezmektense, yarım gün kendimi başka bir varlığa dönüştürüm daha iyi."
Çenemi tay başına doğru yaklaştırdım, haklıydı. Bu beyaz tay dururken kim onun yüzüne bakmak isterdi. İşime çok yarayacak bir melez ama onu sınamak gerekti. Cadılara kara büyü yaptıran birine hemen güvenilmezdi. İki parmağımı havada iki tur çevirdim. Tekrar eski cüceliğine döndü. Bununla daha sonra ilgilenecektim, şimdi yığınla yapılacak iş vardı.
Ve sonunda Gök Tengri zarif beyaz atımı yanıma saldı. Işığım, gel bana, seni öylesine özledim ki. Gökten zembille inerek kıvrakça elimin altına sokuldu. Bana sonsuz bir bağla bağlanan Pega'nın beni tanımaması mümkün değildi. Beni ulu atamdan bile iyi tanırdı. Kendi kızını cehenneme süren gök aleminin sahibi.
Gündüzün ılık havası, hür çiçeklerin kokusu... bunlar bile içimi yumuşatamazdı. Soğuk öcüm boğazıma ur dağının boğası gibi oturdu. Kıymetli varlığımı ilerdeki şehirlilerle buluşturacaktım. Bana nazarla bakma cüretini kim gösterebilir? yine de eminim ki tanrıça ruhum onları çekecektir bu yüzden onlara kızamam.
Yola çıkmak için tüm hazırlıklar tamamdı. Kralı baştan çıkaracak, halkını, soyunu ve kutunu elinden alacak, insanların töresini değiştireceğim. Mu kıtasının tek sahibi, tek tanrıçası olmak için cehennemin derinliklerinde ant içtim.
Omzuma konan Hümam gakladı ve herkes sustu.
"Yola çıkıyorum evlatlarım eğer yoluma taş koyan olursa, kim önüme çıkarsa onu soluk deniz canavarlarına atacağım. Ben daha arkamı dönmeden onun ruhunu erliğin boğaları yer alemine götürür. Bundan böyle fani insana acımak yok. O günler geride kaldı. Yaşam ağacının sahibi Umay geri döndü, duymayan kalmasın!"
Atım, toprağım, gücüm, varlığım... insanoğlunun müphem tarihini değiştirmeye, onlara ateşi vaat etmeye geldim. Bugüne dek hep bekledim. Beklemek zorunda kaldığım zamanlar hep düşündüm. İflah olmaz bu canı bir sıkımlık canlılar. Ne aklar ne karalar. Bir öyleler bir böyleler. Mutlak doğru mutlak yanlış yoktur. Ama bunlar hep zarar hep ziyan bu dünyaya.
Toprağın anası, iyelerin sultanı, Sigun ve Pega'nın sahibi bir tanrıçayım. Yaşam ağacının kökleri elimdedir. Gök Tengri'ye sürgünümden dolayı kızsam da bu sürgün gerçekleri görmemi sağladı. Cezam verilirken bana ihanet eden kız kardeşlerim, Bay Ülgen'in koynuna giren sarayımda ağırladığım yarenim...kahpelikleri gördüm, bildim, yuttum.
Gök alemi ve yeryüzünde bana ihanet etmeyen kaldı mı? Toprağımı susuz bırakanlar, sırtına koca koca kervansaraylar dikenler, üstünde kan akıtanlar, hayvanlarıma zulmedenler... Erliğin çamurdan sarayında, dokuz başlı boğanın tutup getirdiği ruhlara baktım. O biçare ruhlara iğne ucu kadar acımadım. Onlar bize acımamıştı.
"Pega kanatlarını indir, eyerini geçir yola çıkacağız. Sen Suud, insan kılığına girebiliyor musun?"
"Ulu Sultanım, size evet demeyi çok isterdim, alın vurun boynumu." dedi ve başını öne eğdi.
"O biçimsiz başın ne işime yarayacak. Çomara dönüş, güneş tam tepeye varmak üzereyken şehre gireceğiz. Öncesinde git bir yokla, kapıdaki asker sayıları ve nöbetçilerin yerleri lazım."
"Başım gözüm üstüne. Size layık bir hizmetçi..."
"Kes yalakalığı! Midem aç, bu beden benim sinirlerimi bozuyor, gitmeden bana cin sütü ve koyasa getir!" dedim ve hemen çomara dönüşerek yanımdan ayrıldı.
Uzuvlarım açlıktan iyice gerginleşti. Cüce çok geçmeden sütü ve koyasayı bir abdaldan çalıp bana getirdi. Yemeye oturmadan elimle havayı avuçladım, gözlerimi kapattım, Al Bastı gibi sesimi kısarak ürkünç nağmelerle göğe haber saldım, sürgünümün bittiğini bir de benden duysunlar. Sonra etrafımdaki bodur çalıları, ağaçları toprağın üstünde ne varsa serbest bıraktım. İkinci bir emrime kadar yerlerine döndüler, yaşlı söğüdün giderken yüzü hoşnutsuzdu ama umurumda değildi, her şeyi onlar için yaptığımı bir gün anlayacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UMAY
FantasíaEfendiler ve köleleri... Krallar ve soytarıları... İnsanlar ve hizmetkârları... Bu hikâye eşitsizliğin ve adaletsizliğin yakıcı savaşını verenlerin hikâyesi. "Tek istediği evlatlarını bu kara delikten çekip çıkarmaktı, savaşı başlatmak değil!" Tüm...