buralarda cümleler ahenkle süzülür sayfalara ve ruhu sükun bir acı yaşar derinin altında. yakarak alırlar bazen onu. bazen de okşarlar tenini, serinliği ulaştırırlar ruhuna.
uçurumun kıyısında dolanıyordum aklımda başıboş cümleler dolanıyordu ama yürümeye devam ediyordum. ne de olsa hala yaşıyordum.
kitap okumayı bırakalı iki hafta oldu ancak kafamda biriktirdiğim insanlar var güçleriyle koşuşturmalarına devam ediyorlardı. onlar yüzünden düşünmek zorunda kalıyordum. masaya oturup hiçbir şey yazamadığım günlerin yasını bile tutmama izin vermiyorlardı. ruhum susuzdu ve çölde yolunu bulmaya çalışıyordu. tepede güneş, vücudumdaki tüm sıvı tenimden akıp gitmişken yolumu aramaya bulmak için çabalıyordum.
çıplak ayaklarımın tabanları acıya acıya yürüyüp çınar ağacının gölgesine geldiğim gibi kendimi yere bıraktım. günlerdir burada oturup chan ilacım olan nefesini getirene kadar çare arıyordum kendime ama bulamıyordum. tanrı çareyi göğe mi sakladı denize mi bilmiyorum ama ben ne uçabiliyordum ne de yüzebiliyordum. çaresizdim, sağa sola çarpa çarpa yürüyordum. susuzluktan başım dönüyordu ama o susuzluk neye bilmiyordum.
"minho hyung!" sallana sallana bana doğru yürüyen seungmin’e baktım. yalnızdı ve hızlıca bana doğru yürüyordu, elinde de bir tomar kağıt vardı. sallana sallana yürüyüşü ve yanında ekürisinin olmayışını garipseyerek yanıma doğru yürüyüşünü izledim.
"hoşgeldin, minnie. hangi rüzgar savurdu seni yanıma." gülümseyerek yanıma oturdu elimdekileri ve çantasını kucağına alarak. gözleri farklı bakardı bu çocuğun. ne zaman gözlerime baksa ışıldayışları gözümü alırdı. bugünse daha parlak gibiydi.
"hoş rüzgarlar hyung. bana yardım ettiğin hikaye vardı ya. dün bir yapım evinden kabul aldım ve ilk sana söylemek istedim." elimi küçüğümün saçlarına götürdüm, karıştırırken de hafifçe gülümsedim ona. hayat ona iyi davranırdı, enerjisini hiç tüketmezdi umarım ama tanrı pek de şefkatli değildi bu konuda. belki de yalnızca bana böyleydi, bilemezdim ama onun yükleneceği payı da sırtlamak kabulümdü.
"eminim ilk ben değilimdir, minnie." kafasını önüne eğdi gülümseyerek. aşkı bilirim, demek istemiştim o an. en güzelinden bilirim de en güzel aşık olabildim mi bilemem demek istemiştim. belki de haksızlıktı kendime… ancak küçücük bir kediye bile sahip çıkamamıştım, sevgim yetememişti onu yaşatmaya. hal böyleyken sevginin iyileştiriciliğinden mi şüphe etmeliydim yoksa tanrının insafsızlığından mı yakınmalıydım karar verememiştim.
"oh, hyung. bir şey daha var sonra hemen gitmeliyim." kafamı aşağı yukarı sallayıp suratına bakmayı sürdürdüm. yüzü ciddileşmişti birden. "yeni bir şeye başladım ama pek emin değilim. taslağını okuyup yardım edebilir misin bana." bana doğru uzattığı kağıtları alarak bacaklarımın üzerine bıraktım. seungmin küçük bir kelebek gibiydi, renkleri en canlısından. kelebekler korunmalıydı. en azından bunu yapabilmeliydim. en iyi olduğum konuda da yardım edemeyeceksem neden vardım ki zaten.
"okuduktan sonra seni ararım." gülümseyerek teşekkür etti ardından da ayaklanarak pantolonunu silkeledi. annem gençlerin hep acelesi var derdi, şimdi anlıyordum onu. yaşım genç olabilirdi ama çoktan en yaşlısıydım üstünde oturduğum toprağın içinde ve dışında yaşayan canlıların. belki de en oburlarıydım yiyebileceğim tüm şeyleri yiyip sonunda kendimi tüketmiştim.
veda ederek gidişini izledim seungmin’in. sonra da kafamı kaldırıp gökyüzünde çare arama işime devam ettim. bulutlar hareket ettikçe bambaşka deliklere kaçıp saklanıyorlardı herhalde ya da gerçekten buradan zar zor seçilen denizin içinde bir balığın sırtında süzülüyorlardı.
arkaya doğru uzatıp toprağa dayadığım kollarım ağrımaya başladığında yere uzanıverdim. toprak kötü her şeyi bedenimden alıp götürsün istedim. ayaklarım ve vücudum üşümeye başlamıştı ama sorun değildi. gözlerimi de kapattım sonra güneş batmaya yüz tutmuş ışığı turunculaşmıştı. bir gün daha biterken ne derdimin tam olarak ne olduğunu ne de çaresini bulabilmiştim. gece bir kez daha çekecekti beni karanlığına ancak ben hala aynı noktada kıpırtısız beklemekteydim. yerde sırt üstü uzanıyordum ve gelen ayak seslerini hissediyordum ama sesimi çıkarmadım, kokusu kendinden önce varmıştı çünkü. tam olarak çare olmasa da kaçıştı, bir liman. dinlenmem soluk almam için bana gönderilmiş bir nimetti. belki de bütün bu çaresiz ve isimsiz sıkıntılarım onun bedelini tanrıya ödeyemediğim içindi. tanrı benden onu bana yollamanın ücretini bu şekilde tahsil ediyordu.
geldiği gibi kolları beni topraktan kaldırmıştı, üşümüş ayaklarımı hissetmiyordum bile, hafif hafif titriyordum da. gözlerimi açıp yüzüne baktım, göğe bakıp boynumu ağrıtmama gerek yoktu sanırım. tanrı biraz zevk sahibiyse en güzel yerin sevdiğim adamın gözleri olacağını bilirdi. çareyi uzakta aramaya gerek var mıydı bilemedim ancak yine de güvenemedim tanrıya zira bu güzellikten gözümü alamayacağımı bilirdi ne de olsa, illaki bulmam gerekirdi ona saklamış olsaydı eğer.
"küçük elma yanlış ağacın altındaydı." haylaz küçük bir çocuk gibi olurdu bazen, ben de onunla çocuk olmaya aşıktım. "küçük elma hangi ağacın altında olmalı." kıkırdayarak sordum. varoluşu neşeydi ve huzurdu aynı zamanda. tanrıya sırf onun varlığı için bile inanası gelirdi insanın. diğerleri bunu bile göremiyorlarsa ilahi mahkemelerde yargılanmalıydılar.
eve doğru yürürken alnıma bir öpücük bıraktı ve gülümsedi. "ismi chan'di sanıyorum."
*
biraz değiştirdim bölümü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ıhlamur ağacı. ⚝minchan
Fanfiction[feci yavaş update:)] "Her şey aynı. Hisler, düşünceler, görüntüler. Hiçbir şey değişmedi. İyi olmadığımı her zaman biliyordum, sevgilim. Fakat söz veriyorum, gittiğim yerde çok iyi olacağım. Tekrar buluşuncaya dek, elveda." © yuu, 11 temmuz 2019