《5》

1 0 0
                                    

Dağlardan gizlice yaklaşıp sarayın yanına vara bilmiştik. Fazail kalenin etrafını dolaşıp içeri girmemiz için bir yer aradı.

10 dakika kadar sonra geri döne bilmişti. Yüzünden anlaya biliyordum ki, bir şeyler bulmuştu.

"Agàh, imdi bir zor olsada kaleye gire biliriz. Kalenin arka tarafındaki kum dümasını* biraz oynatdım. Altındaki taşlar oynuyor. Lakin, şöyle bir durum var ki, ordan gire bilmek için baya bir küçle bilmemiz gerekiyor"

"O vakit bizde küçülürüz. Tahminen ne kadar küçük orası?"

"Gelde gör"

Deyip beni oraya götürdü. Büyük bir kum dümasının altında saklanmışdı. Lakin kumların uçup gitmemesi qaripti.

"Burdan giremeyiz!, hatta burdan hemen uzaklaşmalıyız!"

"Agàh delirdinmi?, başka nerden gireceğiz!?"

"Bak imdi, biz burdan gire biliriz aslında. Lakin, bir düşün bu kum düması nasıl oluyorda uçmuyor. Demeki ki, hep kontrol ediliyor. Biz burdan girsek hızlıca anlarlar. Kalede tedbirler genişletilirse bizim için hiç eyi olmaz!"

Fazail onayladı, başka bir delik yoktu. İmdi bu kaleye nasıl gireceğiz?. Kale her taraftan büyük kazıklarla çevriliydi. Buda bizim içeri tırmanmamızı engelliyor.

"Buldum Fazail, hayde beni izle"

"Nereye gidiyoruz?"

"Görürsün"

Yakında yerleşen köye kadar yürümüştük. Ordan ilk önce at, bazı ticaret malları birazda yahudilere has kıyafetlerden almıştık.

"Usta, bunlar kaç altın istersin?"

"Hepsi 40 altın eder"

"İmdi üzerimizde o kadar yok, kısa süre içerisinde 400 altın senin için getireceğiz"

"Nasıl?, 40 altın dedim"

"Beklemenin ücretidir"

"Eyvallah oğlum, lakin olmaz öyle şey, ne vakit isterden getir parasını. Getirmezsende helal hoşun olsun"

Satıcıyla konuştuktan sonra yahudi kıyafetlerini giydik. Atların üzerine atlayıp mallarıda atlara yerleştirdik. Kaleye doğru yola çıktık.

"Bunu niye ederiz Agàh?"

"Prensesi bulduğumuz günü hatırlarmısın?"

"Hatırladım" deyip gülmeye başlamıştı.

Kaleye vardığımızda kendimizi yahudi olarak tanıtıp içeri girdik. İyi ki bizi burda tanımıyordular. Gece olduğunda işimizi görmeliydik. Sabah vakti nöbetçilerle aynı vakitli olarak kale ahaliside uyanık oluyordu.

Artık nöbetçilerde uyuduğu bir zamandı. Yavaşça fazaille yola koyulduk. İlk olarak kalenin surlarına yerleştirilmiş tatar oklarını gevşetmiştik. Tek atışta ikiside param parça olacakdı. Elbbete ki, okda ya geri tepecekti, yada hiç gitmeyecekti. Sonra kale kapısının önüne yerleştirilmiş kazanın zincirlerini gevşetmiştik. Kazana ne dökülürse dökülsün o saniye bırakılıp yere düşecekti. Sırada mancınıklar vardı, mancınıklar tamamen saldırıya hazır olmayan şekile getirdik. Gevşetmekle kalmayıp aynı vakitte, mancınıkların taşınının kalenin kendi surlarına vurması için hazırladık. Çok kiçik bir ihtimaldi ama her şeyi değerlendirmeliydik. Okçuların yaylarınıda bozmuştuk, Ama vakit azaldığı için hemen kaleni terk etmek zorunda kaldık.

Kazıklar yatay şekilde olduğu için üstünde ip sallayıp aşağıya ine bilmiştik. Lakin haliyle zırhlarımız, atlarımız silahlarımızın hepsini kaybetmiştik. Üzerimizde yalnız bayraklar vardı, buda bize yeter ve artardı.

Orduya yaklaşdığımız vakit, bayrakları açıp havaya kaldırdık. Herkes bizim olduğumzu bildiği için bir şey yapmadılar.

Yeniden hazırlanıp bu sefer kaleye İran şahı olarak gitmiştim. Yolu giderken planları askerlere anlatıyorduk.

"İmdi, kimse kaleye tırmanmak gibi bir şey düşünmesin. Kalenin üzerine yerleştirilmiş kazan artık çalışmıyor. Tatarlar ve mancınıklar bozuk halde. Bizde kale kapısını kırıp içeri gireceğiz. Anlaşılmayan varmı asker !"

"Emr edersiniz şahım!!"

Kale karşısına geldiğimizde, sabah olmasını beklemeyi söyledim.

"Ağabey, geceyle saldırsak daha iyi olmazmı ?" Dedi kartal.

"Olmaz, biz daha o kadar düşmedik. Sabah olmadan saldırı olmayacak!."

Herkes çadırları hazırlanmaya başlamıştı. Güneşin doğumuyla birlikte kale veziri çıkmıştı karşımıza.

"Siz burda ne yaptığınızı sanıyorsunuz?, hemen burayı terk edin. Yoksa başlarınız bedeninizden ayırırız!"

"Biz bu kaleyi sizden alıp, hak yolunda kullanmak için geldik. Azgınlaşmış ve körleşmiş bu toplumu yeniden toplamaya geldik!"

"Kendin bilirsin, o vakit izle ve askerlerinin çektiği azapı gör"

Kaleye yarım saat tanımıştık. Kendimizde koçbaşını hazırlamıştık. Bülbülü yanıma çağırıp;

"Askerlere merdiven hazırlayıp kale surlarına dayamalarını söyle"

"Kandaş, tırmanmayacağız dememişmiydik?"

"Zaten tırmanmayacağız" dediğimde çıkıp askerlerin yanına gitmişti.

Saldırı zamanı gelmişti.

"Asker, hazırlan!, asla kalkanı indirme. Koçbaşının başına geçecekler hazırlansın!. Kapı kırılır kırılmaz içeri gireceğiz!"

Kendimde attan inip beklemeye başlamıştım.
Kapı kırılmıştı. Emir verip en önden ben olmakla kaleye doğru gitmiştik. Onlar kazanı sıcak kauçuk ile doldurmaya başlayınca;

"Asker dur!" Emri vermiştim. Kazan biraz ağırlığa dayanamayıp yere çakılmıştı. Bütün askerler şaşkınlıkla duraksamıştı. Affallayan askerleri yeni bir emirle kendine getirene kadar biz içeri girmiştik. Okçuları dışarıda bırakmamız onalra garip gelmişti. İlk pnce tatar yayları kırılmış, sonra mancınıkları. Kale emiri kendisi, veziri kendisi için sinirden bağırıyordu. Biz aşağı askerlere saldırırken okçular surlarda duran askerleri etkisiz hale getiriyordu. Askerlerin hiçbirinin yukarı tırmanmaması düşmana ayrı bir darbe oldu. Savaş bizim lehimize çevriliyordu. Düşman askerleri ya kaleye sığınıyor, ya da bize teslim oluyordu.

Bütün orduyu kılıçdan geçirdikten sonra yukarı, taht odasına çıkmıştım. Kale emiri ve veziri hiç bir yerde yoktu. Bütün askerlere aramalarını emr ettim. Her kes kaçtıklarını zann ediyordu ama ben inanmıyordum. Savaşı tam olarak kazanmak için, düşmanın tamamen temizlenmesi gerekiyordu. Yürürken ayağıma takılan bir taşla uğraşmaya başladım. Biraz oynatıp kenarlarınında boş olduklarını anladım.

"Fazail, geçit, alçaklar geçittün kaçacaklar"

Hızlıca yanına bir kaç asker alıp, geçite koşmuştu. Kısa süre içerisinde elinde iki zincirle içeri girdi.

"Şahım, köpekleri getirdim!"

"İçeri getiresin!"

"Demin ağzından bir kelam duymuştum vezir efendi baş bırakmayacaktın değilimi?!" Deyip kılıvımla kellesini koparmıştım. "Bunuda Abbasa canlı yollayın, nasıl onları rezil ettiğimizi anlasın"

Kartal biraz zaman geçtikten sonra yanıma gelmişti.

"Şahım, iki şehitimiz vardır" dedi ama halinde qariplikler vardı. Devam ederek-"Birisi İran askeri, diğeri, diğeri Bü-"

Gerisini söyleyememişti, yada ben duymamıştım. Kaç yıllık yol kardeşim şehitti. Gözlerim doluyor, etrafımda kimseyi görmeden ne yaptığımı bilmeden dolaşıyordum. Yanımda duran ciriti alıp fırlatmıştım. Emirin boğazına geçen cirit kafasını aşağıya sallamıştı. Yerden kılıç alıp acımı itin ölüsünden çıkarmıştım. Ceseti parçalıyordum. Bülbül'ün yanına gidip onu sırtlayıp atıma koymuştum. Gözlerim yaşla dolmuş, nereye gideceğimi bilmiyordum. Fazail ve Kartal bile yanıma yaklaşmaya korkuyordu. Atımı kendine bırakıp yola koyulmuştum......

Muhabbet-i CihatHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin