İnsanların öz evlatlarına üvey evlatmış gibi davranmaları çok saçmaydı. Hayatın, yaşayan kişiye yaşamıyormuş gibi davranması daha da saçmaydı. "Sakın bir şeye dokunayım deme, sana hediye verenlere tebessümle teşekkür et. Sakın çok fazla gülümseme, o çirkin gülümsemeni insanların görmemesi gerek."
Hediyelere dokunmama izin verdiğini düşündüğüm için, parladığını tahmin ettiğim gözlerimi ona çevirdim. Önüne bakmaya devam etti ama ona baktığımı anladığını konuşmasından anladım. "O hediyelerle istediğini yapabilirsin, nasılsa günün sonunda çöpe atılacak. Ve üstündeki elbise de öyle. Böylesine lanetli bir veledin hiçbir şey hak ettiğini düşünmüyorum."
Sevinçle zıplayıp ellerimi birbirine vurdum. Ters bir şekilde baktığında düzgünce durdum ama bakışlarını kaçırdığında dudaklarımı elimle kapatarak gülümsedim. Hediyelerimle istediğimi yapabileceğimi söylemişti. Önceki doğum günlerimde yaptığı gibi hepsini çöpe atacak olması önemli değildi.
Merdivenlerden indiğimizde bana kimsenin görmeyeceği bir uyarı bakışı attı ve içten göstermek için poposunu yırtabileceği gülümsemesini yerleştirdi. Tek amacının insanlara kızını seven biri olarak gözükmek, şan, şöhret olduğunu bilsem bile doğum günü partilerinde mutlu oluyordum.
Mutlu anlarımı hiçbir yere yazmazdım, onları unuturdum. Hem hepsinin sonu kötü bittiği için, hem de mutlu olmayı, mutlu olduğumu hatırlamayı hak etmediğim içindi.
İki yıl önce kızıl saçlı bir abi bana siyah bir defter vermişti. O an iki seçeneğim vardı, iyi anıları yazmak veya kötü anıları yazmak. Başlarda çok önceden öğretilen yamuk el yazımla tüm yaşadığım olayları yazmıştım. Sonrasında annem onu bulmuş, yazımın kötü olduğunu söyleyip dalga geçmişti. O günden sonra iki seçenek oluşmuştu. Yazmayı sevdiğim ve daha çok yazabileceğim seçenek o olduğu için, kötü anıları seçmiştim. Hak etmediğimi sonradan anlamıştım.
Tüm doğum günlerimi o deftere yazardım.
O defter benim ızdırap defterimdi.
Tüm doğum günlerim kötü biterdi. Bu lanetin geçmesi için her gün evrene yalvarırdım. Belki de annemin dediği gibi lanetli olduğum için her doğum günüm kötü bitiyordu.
Annem tanımadığım insanlarla konuşurken ben omuzumu bahçe kapısına yaslamış, öylece yere bakıyordum. Güneşte koyu kahverengi saçları parlayan bir çocuk bana yaklaşıp önümde durduğunda, elini çeneme koyması ve başımı kaldırması ile onu fark edebilmiştim. Gözlerinin içine baktım. Gözleri yeşildi. Akio.
Gülümsediğinde gözüm gamzelerinde takılı kaldı, ardından elimi tutup beni bahçenin içine çekti. Bir anda bahçe duvarına yakın bir yere oturduğunda elbisemin kirleneceğini düşünmeden ben de oturdum. Her doğum günümde yaptığı gibi, minik takım elbisesinin kollarını hafifçe sıyırdı ve ellerini toprağa daldırdı. Yerde duran su şişesinden birazcık su döküp çamur yaptı ve şekil verdi. Bittiğinde dişlerini göstererek gülümsüyor, elindeki pastayı havaya kaldırıyordu.
İlk doğum günü pastamdı.
Onunla doğum günümde tanışmıştık. Tabii ki de 1 yaşında değildim, 3 yaşındaydım. İnsanlar annemi ve babamı doğum günü yapmadıkları için yargılamaya başlayınca doğum günüm yapılmıştı. Doğum günü pastamdan yemek istememiştim. Pastaları sevmezdim, doğum günü pastalarını hiç sevmezdim. Akio bunu anlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Avlar ve Avlanacaklar
Ficción Generalİblislerin dünyası ikiye ayrılırdı. Avlar ve avcılar. Avlar insanlar, avcılar iblislerdi. İblisler acımasızdı. İnsanların dünyası ikiye ayrılırdı. Avlanacaklar ve avlanmayacaklar. Avlanacaklar da avlanmayacaklar da iblislerdi. İnsanlar merhametliydi...