Kendimi önünde durduğum masanın etrafındaki sandalyalerden birine attığımda, günün ve derslerin ağırlığının başımı ağrıttığını yeni fark ediyordum. Üzerime bindirilen yük fazla olsa da bu tempoya alışıktım ve başarıyı elde etmenin başlangıcı durduğun yerde sayarak gerçekleşmiyordu.
Okulun orkestra takımında çello çalıyordum ve iki ders ile birlikte uzun süreli öğle arası teneffüsünü provalarda geçirmiştim. Orkestra koromuzun başkanı ben olduğumdan, dolayısıyla da bütün sorumluluk üzerime kalıyordu ve genel ayarlamalarla birlikte takım düzenini de ben oluşturuyordum. Annemin zorla içerisine soktuğu bir takım olmasa asla uğraşmazdım ama iyi yerlere gelmem için çabalıyor ve bunda okul üzerindeki yetkisini kullanmaktan asla çekinmiyordu. Ben ise her söylediğini yapan ve her istediği yerde olan dönüştüğüm bir kukla olarak onun itaatlerine karşı gelecek bir harekette bulunmamaya gayret ediyordum. Onun benim olduğum mevkideki payı oldukça büyüktü ve bunu inkar edemezdim. Buna karşı gelemez, nankörlük de edemezdim. Önüme altın tepsilerde serilen serveti ve ayrıcalıkları geri çeviremezdim.
"Senin derdin ne?"
Hemen tam olarak yanımdan gelen sesle birlikte düşüncelerimden sıyrılarak başımı kaldırdım. Doğrudan bana yöneltilmiş öfkeli gözleri fark etmemle söyleneni umursamayarak önüme dönecektim ki, bunu fark ederek dikkatimi çekebilmek adına ayağını sertçe üzerinde olduğum sandalyeye çarptı.
Beni delirtmek için yaptığı bu hamlesinin işe yaramadığı söylenemezdi. Öfkelenmiştim, ve bunu yatıştırmak ister gibi gözlerimi kapatıp açtım birkaç saniye.
Çarpmasının etkisiyle olduğum yerde sandalyeyle birlikte hafifçe oynadığım ve bununla birlikte ayaklarımı sertçe yere bastığım sırada, sıkıntıyla dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim ve yavaşça ayağa kalktım.
Öfkeyle üzerime dikilmiş gözlere baktığımda ve karşısına geçtiğimde, hızla nefesler alıp veriyordu.
On birinci sınıflardan ve yaklaşık dakikalar önce orkestra takımından olan biriydi. Artık değildi, çünkü onu takımdan çıkarmıştım. Berbat bir piyanist olmasının yanı sıra oldukça cesur görünüyordu. Karşımda bu şekilde dikilecek kadar.
Nefret, kesinlikle yanlış adımlar atmamızı sağlayan bir duyguydu.
"Mike," diye adını söyledim onun aksine sakin bir tavırla. Yine de sakin tavrımın fevri halimden katbekat daha korkutucu olduğunu biliyordum. Önünde olduğum masaya bir elimi yasladım ve hafifçe ondan tarafa eğildim. "Karşında duranın kim olduğunun farkında mısın sen? Evet, önce kim olduğumu fark et. Bu bittiyse, şimdi de benden özür dile."
"Kim olduğun umrumda değil. Diğer herkes gibi bir bakışınla susup özür dileyecek biri değilim ben. Ne senin, ne de o, buralar benim havalarında gezen sikik arkadaş grubunun."
Benim için bardağı taşıran son damla, karşıma dikildiği andan itibareni kapsıyor olsa bile kendime hakim olmayı denemiştim ama kesinlikle kararım değişmişti ve oturduğum yere çarptığı ayağının üstünü ezecektim.
Tam konuşmak için dudaklarımı araladığım sırada bir ses aramıza girdi. "Yaparsın bence."
Jungkook'un sesini duydum.
Bakışlarım ondan tarafa döndüğünde, üzerinde okul formaları yerine basketbol takımının formaları duruyordu. Elinde de bir su şişesi vardı ve kapağını kapatıyordu. Antrenmandan dönüyor olmalıydı. Liseler arası maçlar başlamak üzere olduğundan dolayı antrenman sayılarını arttırmışlardı ve doğru düzgün derse bile girmiyordu.
İlerleyip benim çaprazımda, öfkeyle soluyan Mike'ın ise tam karşısında durdu. Etrafaki gözlerin olduğumuz tarafa çevrildiğini hissedebiliyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
fuck up the friends | liskook
FanfictionOkulun yıldız çifti Lalisa ve Jungkook, görünenin aksine birbirine aşık bir ikili değildi; birbirlerinden nefret ediyorlardı ve ikisi de isteklerinin dışında aralarındaki sahte ilişkiye katlanmaları gerektiğini biliyorlardı. fuck up the friends lali...