Günler ardı sıra koşmuşlardı yılları yakalama ümidiyle. Yorucuydu bu koşturmaca elbet, günler terini siliyor, aylar yorgun, yıllar ise mahsun. Utanarak ilerliyordular. Başları eğik. Yelkovan akrebe sessizce ilerle diyor. Ah sanki duyacak sesini yelkovanın, somutlaşıp dillense işitecek mi ki...
Saygıyla eğilirdi zaman kavramı
Seo Hyun'un önünde, canını yakmak istemiyor, "Daha fazlasına hacet yok" der gibi.İşte, camına rüzgarla vuran büyük yapraklı dut ağacı sekiz senedir yalpalanmaz, sonbahar aylarında rüzgarı tenine işlemez olmuştu. Dendi ya, "Saygıyla eğilirdi zaman kavramı Seo Hyun'un önünde, canını yakmak istemiyor." Şayet vurursa tekrardan camına hiç bir şey olmamışçasına ve eğer görürse eski günlerdeki İbrahim'ini anlattığı dut yapraklarını sallanırken: oturup saatlerce ağlardı. Belkide aylarca hiç susmadan ağlamasının nedeni buydu, kendi sesini duyamaması.
Leyla'ydı, kendi benliğinden uzaklarda, kaderine yazılanı yaşıyordu o gün. Kelebekler uçuyorken karnında, vuran arabayla kanatları kırılmıştı hepsinin. Vurup kaçtı... İbrahim'i gelmişti, bağırmış ellerinden tutup öpüp ağlamıştı. Boğuk sesler giderek kesilişini baygınlığına vermişti, nereden bilebilirdi ki kulaklarından akan kanın onu sağır edeceğini. Yürüyemeyip duyabilmeyi, bastonla yürüyüp duyamamaya binlerce kez tercih ederdi. Lakin akrep zehrini salmaktan geri durmuyor, dut ağacı camına vurmaya devam ediyordu. Ağladı, ağladı ve ağladı... Kendi sesini duyamasa da ses tellerinin bozulduğunu boğazındaki acıyla anlayabiliyordu. Lâl değildi lakin konuşmuyordu, ne gerek vardı ki boş kelimelere. Bundan sonra hangi cümle tamamlayabilirdi onun yarım kalmış yanını?
8 yıldır aynı plak dönüp duruyordu. Bayatlaşmış hayatını manatonluktan çıkaran tek şey eskisine nazaran kıldığı namazları, ettiği dualarıydı. Değişmişti, değişmesine neden olan kişi yanında olmasa da bazı şeyleri sadece yaradana bırakarak teselli bulmuştu. Bu değişikliği fark eden kişinin İbrahim'i olması için yalvarışlarını saysa ilkbaharla yeşeren ağacının yapraklarından daha fazla olur muydu diye düşünmeden edemedi. Olabilirdi...
Düşünecek bir şey bulamayınca tekrar aynı şahıs düşmüşken aklına omzuna dokunulan el her ne kadar hafif olsa da irkilmişti birden bire. Tebessüm etmeye çalışarak oturduğu sandalyeden sırtını çekip hafif arkasını dönmüştü. Kapının hemen üstündeki saate baktı, beşe geliyordu, yemek saati. İçilmesi gereken bir işe yaramayan haplar, beynini uyuşturup unutturan sakinleştiriciler. Hiç birini almak istemiyor ve fazlasıyla itiraz ediyordu, alışmıştı üzerinden geçen bunca sene sonrasında. Kardeşi ellerini ağzına götürüp şapırdatıyor gibi yapıp elini hadi dercesine aşağıya gösteriyordu. Geleceğini belli edercesine başını hafifçe sallarken kardeşi odadan çıkmıştı. Gözleriyle çıkışına şahit olurken kendini sandalyesine çuval misâli atmıştı. Yorgundu, büsbütün yorulmuş... Gözlerini açıp derin bir nefes aldı ve o sahte tebessümünü yerleştirdi dudaklarına. Daha fazla kimse üzülmemeli, canı acımamalıydı. Kendisi yüzünden biricik kardeşi daha fazla ağlamamalı.
Sandalyesinden kalkıp pencereye doğru ilerlerdi, dut ağacının yapraklarına dokunmak için sarktı penceresinden. Belinden kasıklarına kadar sarkarak değmişti, cilalı gibi yeşil yaprakları göz kamaştırıcı güzellikte değildi belki de lakin kız için pek değerliydi. O tek sırdaşıydı.
Biraz daha ileride küçük bir dutun çıktığını görmüştü. Değmek az daha uzandı, kasıklarından daha da aşağıya inerken pencerenin pervazı bir an dengesi şaşırtmış, afallayarak kalın dala tutunmuştu. Çıtırdayan dal daha fazla dayanamazken yapraklarının gizlediği gölgede hareketlenme olmuş, "Seo Hyun!" diye seslenmişti bir adam. Korkarak ağzını derhal kapatıp kendini ağacın kavuğuna iyice gizlemişti telaşla. Biliyordu kızın duyamadığını ama yine de tedirgin olmuştu, kız dünyadan bir haber can havliyle içeri atarken kendini kaçmak ve kalmak arasında kararsız kalmıştı adam. Seo Hyun'un tüm bedeni salınırken elleri titrekti, kalbi kafesinden çıkacakmışçasına atıyordu. Az daha düşeceğinden mi yoksa gördüğü sliuetten miydi?
Daha dikkatli ilerleyerek dutun altına bakarken koşarak ilerleyen birisi görmüştü. İbrâhim' i? Hayır, o bu kadar korkak olamazdı, 8 yıl boyunca her ağladığında öldüğünü düşünmüş, kendi kuruntusuna inanmıştı. Ancak ölürse gelmezdi çünkü. Aksi bir durumda hiçbir bahane gelmemesine, ağlarken onun yanında olmamasına, girdiği bu hâline yanıtsız kalmasına sebep olamazdı.
O öldü. Ölmemiş olsa bile o artık Seo Hyun için kara toprakta kemikleri karışmış bir cesetti. Her akşam onun için ağır arapçasıyla kur-an okuyor, dualar ediyor, Allah'tan günahları için affedilmesini diliyordu. Ölümü bu denli gerçekti Seo Hyun'un gözünde, var olmayacak kadar güçlüydü kuruntusu.
Yaşayan bir İbrâhim'i ne geçen yıllar, ne her gece gözyaşlarıyla ıslanan yastığı, ne de dut ağacının yaprakları kabul edebilirdi. Kendisi affetse 8 yılın her senesi, her ayı, her gün ve saati çektiği acıları film şeridine sarıp kasete koyarak izlettirirdi güçlü hafızasının sahnesinde. İbrâhim ölmüş ve gelememesinin tek nedeni bu idi, daha fazlası değil...
Yüzünü sertçe ovup, kalın perdesini çekmişti penceresine. İçeri giremeyen Güneş'in ışınları hüzünle kırılıp geri dönerken, kararmış odası anılarını korkuyla hafızasına geri getiriyordu. Eskisi gibi İbrâhim'in ruhunun odada var olabilmesi sevindirtmiyordu şuan kızı. Eğer gerçekten yaşıyor ise onu asla affetmeyecekti. Çünkü kız; ölen, çiçekleri sulayıp her gün onlarla konuşan merhametli hafız İbrâhim' i seviyordu. Ölmeyip 8 yıldır bir kez olsun onu görmeye gelmeyen gaddar İbrâhim'i değil.
Yatağının baş ucundaki bastonunu ihtiyacı olmasa da kardeşini üzmemek için sağ eline alıp merdivenlere ilerlemişti, bir kaç yudum bir şey yiyip haplarını içmek için. Bugün beynini uyuşturmasına karşı çıkmayacaktı, en ihtiyacı olduğu zamanıydı belki de.
•
•
•Düşüncelerinizi merak ediyorum, yorumlarda buluşalım♡
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ellerine baltalar yakışmaz sana ibrahim
Short StoryAh İbrahim, kalbimi put sanıp baltanı döndüre döndüre vurup kıran sen misin? Gaddarca bir tabir ithaf etmek istemiyorum, emanet gibi durur üzerinde. Ellerine baltalar yakışmaz ki sana İbrahim.