Bir kaptanın oğluydum.
Babam çok sık seyahate çıktığından, sayısız kere ayaklarım sıcak kumda kavrulurken onunla vedalaşmıştım. Kendimi bildim bileli her sabah gözlerimi gökyüzüyle bütünleşmiş denize ve babamın güvertede çektiği fotoğraflara açardım. Annemin dediğine göre dört yaşındayken denize bakan odanın kendi odam olması için ağlamıştım. Eğer bir şansım daha olsaydı geriye dönüp dört yaşındaki beni sustururdum çünkü her yaz odama vuran ayaz beni hasta ediyordu. Üstelik tüm hayatını deniz kıyısında yaşayarak geçirmiş birisi olsam da, denizden nefret ederdim ve geceleri ışıl ışıl parlayan reklam panolarıyla karşılaşmayı tercih ederdim.
Babam da benim gibi hayatını bir sahilde sürdürmüş olmasına rağmen başından beri hayali deniz kenarındaki bu iki katlı, duvarları sarıdan evde yaşamaktı. Hayallerinin içinde ne ben vardım, ne annem. Bunu çizdiği resimleri bulduğumda anlamıştım. Onu suçlayamazdım çünkü annemle sandığımdan daha geç tanışmıştı. Yine de babam hakkındaki her şeyi anlamama rağmen, denize duyduğu aşkı hiç anlayamamıştım. Denize anneme güvendiğinden bile daha çok güvenirdi. Her ay seyre çıkmasından bilirdim bunu. Bana her seferinde güzel hediyeler getirdiğinden ve buradaki vaktini sonuna kadar bizimle geçirdiğinden ona kızamazdım.
Babamın sürekli evden ayrılışına rağmen annem de denizle olan arkadaşlığından vazgeçmemişti. Küçükken bana denizle arkadaş olduğunu söylediğinde çok gülerdim ancak büyüdükçe bunun doğru olduğunu anladım. Bazı insanlar denize aşıktı, bazıları onun arkadaşıydı, bazıları ise denizin soğukluğuna hiç alışamazdı. Ben hiç alışamamıştım ona. Beni en sıcak yazlarda bile üşütürdü. Annem elimden tutar ve zamanla vücudumun suyum ısısına alışacağını söylerdi fakat hiç alışmazdı. Test sonuçlarım tam tersini söylese de babam için bunun sebebi vücudumun kansız ve zayıf olmasıydı. Bilmiyordu ki denizleri ondan kıskanıyordum. Onu özlüyordum ve denizlere vermek istemiyordum. Fırtınalı günlerde odamın camında dürbünümle denizde onu aradığımı bilseydi, belki bir daha hiç gitmezdi.
O sabah fırtına sonrası yumuşamış rüzgar, denizi okşar gibi dalgalandırıyordu. Bulunduğumuz yerde şiddetli rüzgarlar ve fırtınalar alışıldık bir şeydi, bu yüzden her zaman olası felaketlere karşı hazırlıklıydık. Kasabamıza gelen yazlıkçılar bile bu havalara alışmıştı. O sakinlikten yararlanıp salondaki kanepemizde otururken, babamın bana küçükken hediye ettiği müzik kutularından birisini dinliyordum. Nerede yapılığı yazmıyordu ancak desenine baktığımda Çin'den getirdiği hediyelerden birisi olduğunu tahmin etmiştim. Diğer müzik kutularıyla karşılaştırmak için babamın farklı ülkelerden getirdiği hediyelerle doldurduğum kutuyu salona indirdim. Önce İspanya'dan getirdiği metal kutudan bir Marlboro sigarası çıkarttım ve dudaklarımın arasına kabaca yerleştirdim.
Babamın hediyelerini karıştırdığım sabah iki kişiyle tanıştım. Birincisi, küçükken bana verdiğinde hiç ilgimi çekmeyen babama ait bir seyir defteriydi. İkincisi ise hasır şapkasını denize uçurmuş, teni güneşle birmiş gibi parlayan on dokuz yaşındaki oğlandı.
O oğlanı tanımak güzeldi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ölü denizciler, hyunho
Fanfictionben lee minho, bir kaptanın oğluyum. yirmi bir yaşındayken bir oğlana aşık oldum.