"o zaman neden onunla bir anlaşma yapmıyorsun?" diyen kurnaz sesiyle seungmin'e döndüm.
"ciddi misin?" sorduğum soruya kaygısızca başını salladı. "evet, sonuçta anlaşma iki kişinin isteklerine göre olur. böylece herkes istediğini alır." diyerek toplantı odasını gösterdi. "hatta bizim işimiz bu, değil mi?" yüzümde hafif bir gülümseme oluşurken düşündüm.
bu kulağa çok da kötü bir fikir gibi gelmiyordu.
--
my heart is beating like its a melody.
jisung's pov
"jisung, sadece telefona bakarak onu arayamazsın. eline alıp arama tuşuna da tıklamalısı- oha lan adam öldürüyorlar!" wooyoung, ona attığım bütün bir limondan zar zor head-shot yemeden kaçarken göz devirdim.
"hayır yani, ipucu verirken bile yaranamıyoruz şu çocuğa!" yalandan sinirle bana bakmaya devam ederken telefonumdan gelen bildirim sesiyle hızla oraya odaklandım.
"yazık ya sadece banka mesajıymış- bi dakika orada 1 milyon sayısı mı var?" hemen onun görüş açısından telefonumu çektim. derin bir nefes verdim. "babanın borçlarını niye sen ödemek zorundasın ki?"
gülümsemeye çalıştım. gerçeklerle yüzleşmek bazen cidden yoruyordu. "o pislik adam kumar borçlarını üzerinize yıkıp intihar etti!" burnundan soluyan wooyoung'a gülmeme engel olamadım. borcu olan bendim, sorun yapacak kişi de ben olmalıydım ama öyle yorgundum ki bu konuda, sadece görmezden gelmek istiyordum.
"baksana, tüm bunları boşverip içmeye gidelim mi?" wooyoung, omzumu patpatlayarak bir öneride bulundu. bir anlığına düşündüm. "hadi ama, bugün hem izin günümüz hem de hafta sonu!"
belki çok yüklendiğimin farkında olabilirdi ama belli etmiyordu, en azından çoğu zaman. başımla onu onaylarken çalan telefonunu açmak için yanımdan birkaç dakikalığına ayrıldı.
başka bir ailede doğsaydım aynı şeylere denk gelir miydim, merak ediyordum. ya da güvenip dayanabileceğim bir aile üyem olsaydı? babam gibi beni yüzüstü bırakmayacak, annem gibi pes etmeyecek birine sahip olsaydım, her şey daha farklı olur muydu?
"jisung? dünyadan jisung'a!" daldığım düşüncelerden beni çeken wooyoung'a dikkatimi verdim. " felix aradı, changbin'le bir partiye gidiyorlarmış. öyle çok kalabalık bir yer değilmiş de biz de gidelim mi ya?"
"davetli olmadığın yerlere gitmemen gerektiğini bilmiyor musun sanki, woo?" bana göz devirdi. "felix çağırdı, yani davetli sayılırız." ellerini çırparak söylediğine 'ciddi misin' bakışı attım. "felix'in partisi olmadığında göre hayır."
"o zaman yarı davetli sayılırız."
ah, cidden. zeki (!) arkadaşlarıma karşı asla kazanamayacaktım.
--
minho's pov"beni böylesine sade bir yere getirdiğine inanamıyorum resmen," seungmin'e hitaben söylememe rağmen beni zerre takmayarak içeceğini yudumlamaya devam etti. "ben ki, lee minho, herkes adımı bile duyunca önüme kırmızı halılar sererken, kimsenin beni umursamadığı bir partiye getiriyorsun."
sinirle nefes verdim. "daha geçen gün bana sen dememiş miydin, bir dahakine beni rahatça içebileceğim bir yere götür diye?" gözlerimi kıstım. aynı değildi, burada içebileceğim ondan başka kimse bile yoktu. "bu kadarını da kastetmemiştim, seungmin."
"bir arkadaşım bu partiye ev sahipliği yapıyor, yani lütfen, en yakın arkadaşın olarak rica ediyorum," diyerek bana baktı. "beni utandıracak herhangi bir şey yapma."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
boss bitch •minsung
Fanfiction"parlatıcılar gibi parlayan da benim. sürtük ve patron olan da." top! jisung bottom! minho -minsung.