Daha doğduğum ilk gün, lanetli bir kehanete tutsak edilmişti aciz varlığım. "Seni cadıların idam edildiği kuru, kocaman bir meşe ağacının altında bulduk." diye anlatırdı annem bildiğim kadın, "Henüz vücudu soğumamış annenin cesedi altında, kanlar içinde duruyordu ufacık bedenin." diyişiyle devam ederdi. Altı yaşında bir çocuğun aklıyla, anlam veremediğim bu korkunç hikayeyi dinlerdim odanın zifiri karanlığını dağıtan mum ışığında aydınlanmış suratını seyrederken. Gözlerimi bile kırpmaz, kollarında tir tir titrerken uzunca ördüğü saçlarına sımsıkı tutunurdum küçük yumruklarımla.
"Lord Yang'ın davetinden dönüyorduk o akşam, atlıların taşıdığı meşaleler yeteri kadar aydınlık vermiyordu etrafa, cılız bir ağlama sesi işitmiştim tüm o sessizliğin içinde. Daha baban engel olamadan indim arabadan, çamurlara bata çıka yanına çöktüğümü hatırlıyorum."
Yüzünde soluk neşesi, kurumuş dudaklarında kaybolmanın eşiğinde tebessümüyle devam ediyordu anlatmaya, gözlerinin yitip gitmiş ışıltısı yerinde esen yabancı ve de soğuk rüzgarlara aldırmadan dinliyordum ben de. Başımı usulca inip kalkan göğsüne yaslamıştım, iniltili solukları arasından güç bela sarf ettiği kelimelerini dinliyordum.
"Şövalyelerden birisi, 'Kötü kehanet getirir efendim.' demişti seni kucakladığım an."
Dudaklarına tutunmuş tebessümü bir an için bile kaybolmazken anlatıyordu, benim gülecek tek bir şey bile bulamadığım bu hikayede onu mutlu eden neydi anlayamamıştım hiçbir zaman. Belki de kurtardığı bu zavallı varlığım soylu hayatında yaptığı tek doğru şeydi, ondandır ki inatla tutunmuştu bana, sebebini bir türlü çözemiyordum.
"Fakat dinlemedim hiçbirini, bak şimdi buradasın. Çok güzel bir çocuk oldun." diyordu yanaklarımı şefkatli dokunuşlarıyla okşuyorken. Ben de ancak o zaman ufacık bir tebessümle kıvırabilmiştim dudaklarımı fakat bu mutluluğum bile çok görülmüştü bana.
"Bu lanet ailemize geldiğinden beri tüm kardeşlerim daha doğumu göremeden karnında öldü, şövalyeler haklıydı." demişti ne zamandır dikiliyor olduğu kapının eşiğinden. Ürkek bakışlarımla karşıladım onu, elinde taşıdığı gaz lambasının aydınlattığı suratında tiksinti dolu bir ifade, gözlerinde taşıdığı buz kesmiş nefretiyle seyrediyordu beni. "Minho, lütfen." diyişiyle doğruldu Leydi Lee, oğlunu yanına çağırırcasına havalanmıştı kolları ancak Minho orada öylece dikilmeye devam etti. "Babam savaşlardan dönmüyor, askerleri azaldı, sen hastasın."
Sesinde savrulan öfkesiyle konuşuyordu lakin fazla sakindi sesi, bu konuşmayı pek çok kez yapıyor oluşundan ötürüydü belki de, o da yorgun düşmüştü.
"Bu ucube evlatlığının lanetli olduğunu ancak öldüğünde mi kabulleneceksin?" demişti, isyan edercesine yükselen sesine karşın beni sarmalayan sıcak kollara biraz daha sokuldum, böylece daha da ağır bir nefretle irileşen kahve gözlerine şahit olmuştum.
"Minho!" diye bağırmıştı annem, ne zamandır bir fısıltıdan ibaret sesi belki de ilk defa o gün böylesi bir öfkeyle çalınmıştı kulaklarıma. Hemen ardından güç bela aldığı soluklarıyla kesildi sesi, öksürüklere boğulduğunu hatırlıyorum. Loş ışığın altında uzun siyah saçları örtünüyor yüzüne, gözlerini artık göremiyorum. Ben telaşla kucağından kalkıp yanı başındaki masadan bir bardak su dolduruyorken titrek ellerimde yatağa dökülüyor yarısı, yine de bir iki yudumunu da olsa yetiştiriyorum ona fakat güçsüzce yatağa düşmüş bedeni öyle bitkin ki, uzanamıyor bardağa. İçirmeye çalışıyorum suyu, dudaklarına yaslıyorum soğuk metalden kadehi ancak ruhunu yitirmek üzere olan gözleri usulca kapanıyor, nihayetinde kehanetim gerçek oluyor. Leydi Lee, tıpkı karnında yitip giden bebekleri gibi, benim lanetli varlığımdan ötürü ölüyor o gece.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
child of the omen | minsung
Fanfic"Düşündüm, o yanı başımda sana geri dönmenin hayaline tutunmuş kılıç savuruyorken ben neden yaşamak için bu kadar direniyorum dedim kendime. Fakat ne zaman ölümün kıyısına savrulsam, senin gülümseyen yüzün çekip çıkardı beni, yaptığım her şey, seni...