part four: let me love you until the day my heart went rotten

902 129 61
                                    

Sağ salim, mutlak zaferimizle dönüşümüz şerefine gerçekleşen balonun üzerinden neredeyse beş gün geçmişti. Beş koca gün... Uyuduğum, uyandığım, Changbin ve Jisung ile birlikte yemekler yiyip sohbetler ettiğim koskoca beş gün yitip gitmişti ve ben hâla, onun kokusunu soluduğum kısacık anda, ellerimizin bir oluşuyla dans ettiğimiz, salondaki onca insanı sanki hiç ettiğimiz küçücük anda kalmıştım. Hâla yaşıyordum o günü, Jisung ile göz göze geldiğimiz her an sanki onu dansıma davet ediyordum. Bahçede çıktığımız yürüyüşlerde, onların birkaç adım ötesinde ilerliyorken sanki hâla bir olmuştu bedenlerimiz,  bunun hayaliyle süzülüyordum.

Yine böylesi günlerden birinde, atlarımız üzerinde araziyi keşfe çıkmışken Kont Seo'nun takımlarını kuşanmış ve bu gezintiyi küçük bir ava dönüştürmüştük. Jisung da bizimle birlikteydi, şatoda bir başına sıkıldığını söyleyerek takılmıştı peşimize. Güç bela tırmandığı atının üzerinde tereddütle ilerliyorken Changbin'in ısrarları yüzünden kalınca giyinmişti. Göz ucuyla seyrediyordum onu, büründüğü yünlü kıyafetlerin üstüne örtündüğü kürkten pelerini içerisinde öyle sevilesi duruyordu ki, gülümsemeden edemiyordum.

Atımı ona doğru sürdüğüm esnada kısık bir öksürükle çektim dikkatini, Changbin yayını germiş, etrafta bir av arıyorken sessizce yanaştım kıyısına. Bu yaptığım haince hissettiriyordu, tıpkı dans ettiğimiz o gecede içtiğim birkaç kadehin ve onun güzelliğinin sarhoşluğuna kapılıp ettiğim saçma sapan kelimeler gibi, bana bu hayatta ikinci bir şansı tanıyan efendim ve yıllar boyu hapsolduğumuz savaştaki yegane dostuma apaçık bir ihaneti arzuluyordu hain yüreğim.

Fakat ondan alıkoyamıyordum kendimi, Jisung'dan ayrı kalamıyordum bir türlü.

"Sanırım Vesper senin atına fazla düşkün." 

Yalnız onun duyabileceği bir fısıltıyla konuşmuş, ansızın yanına gelişime böylece bir bahane uydurmuştum. Titrek bakışlarıyla bana dönmüş ve çatılmış kaşları altında süzülen karmaşaya sürüklenmiş gözleriyle "Atının adı Vesper mi?" diye sormuştu. Güzel gözleri üstünde süzüldüğüm ihtişamlı atımda geziniyordu, kıymetli oğlumun siyah yelesini gururla okşuyorken "Evet, gece anlamına geliyor." demiştim, yine gururlu bir tebessüm yeşermişti dudaklarımda. O ise sıkı sıkıya tutunduğu eyeriyle onu taşıyan beyaz atına üzgün gözlerle bakıyordu, "Ben ona bir isim koymadım, güzel kızım diyorum sadece." demişti.

"Bunca zamandır binmeyi bile öğrenemedim düzgünce, sanırım beni pek sevmiyor." 

Konuştukça büzülen dudakları, tir tir titreyen gözlerinde şahit olduğum hüznü sanki koca bir mücadeleyi kaybetmişim gibi sancılı bir ağrıyı konduruyordu göğsüme. Onun bu görüntüsü yüreğimi bir çare bulmanın telaşına sürüklemişken "İstersen sana öğretebilirim." demiştim. Gözlerim bir yandan gece yağan yağmurdan ötürü hâla nemli olan arazide, biraz uzağımızda kalmış Changbin'i yokluyordu. Avına öyle odaklanmıştı ki, varlığımızı dahi unutmuş gibi bir hali vardı.

"Gerçekten mi?" diyişiyle gözlerime kaldırdı gözlerini, yüzünde utangaç bir tebessüm belirmişti ancak heyecanla kıpırdanıyordu yerinde. Bir sonbahar sabahında, kurumaya yüz tutmuş yaprakların üstüne döküldüğü, sonsuz yeşillik tarafından çevrelenmiş kocaman bir gölün kıyısında, gördüğüm bütün manzaralardan daha güzeldi. 

"Gerçekten. Fakat önce bu güzel kızına bir isim bulmalıyız." dedim. Garip bir huzurla kuşatılmıştı içim. 

"Freya nasıl?" 

Dudaklarımdan dökülen bu kısacık kelimeden fazlasıyla etkilenmiş gibi bir hali vardı. Ağzı tatlı büzülüşünü sürdürüyordu, gözleriyse taşıdığı yıldızlarıyla ışıl ışıl parlamaktaydı. "Güzelliğin ve de aşkın tanrısı Freya, sevdim bu ismi." demişti o nadir gülümsemelerinden biri dudaklarını çevreliyorken. 

child of the omen | minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin