'o andan başlayarak seni sevdim.'

16 3 0
                                    

Ama sevgilim, kendimi ne zaman sende bütünüyle ve sonrasız olarak yitirdiğimi hâlâ gününe ve saatine kadar hatırlıyorum. Okuldaki bir kız arkadaşımla gezintiye çıkmıştık, sonra binanın kapısında durmuş çene çalıyorduk. O sırada bir otomobil geldi, durdu ve sen, çekiciliği benim için bugün bile süren o sabırsız ve esnek tarzınla hemen arabanın eşiğinden atlayıp kapıya gitmek istedin. Elimde olmaksızın sana kapıyı açmak zorunluluğunu duydum ve böylece yoluna çıktım, neredeyse çarpışacaktık. Sen, bir sevecenlik gibi olan o yumuşak ve insanı sarıp sarmalayan bakışınla bana baktın - evet, başka türlü anlatamam, sevecenlikle gülümsedin ve çok kısık, neredeyse mahremiyet ifadesi taşıyan bir sesle konuştun: "Çok teşekkür ederim, küçük bey. "

Hepsi bu kadardı sevgilim, fakat ben o yumuşak, sevecen bakışı hissettiğim andan başlayarak sana vurulmuştum. Gerçi sonra, aradan çok zaman geçmeden, o insanı kucaklayıcı, kendine çekici, sarıp sarmalayıcı, ama bununla eşzamanlı olarak da karşındakini soyan bakışını, doğuştan baştan çıkarıcı bir erkeğe özgü olan o bakışını, sana değip geçen her kadına, hizmet eden her tezgâhtar kıza, kapıyı açan her oda hizmetçisine yönelttiğini, bu bakışın sende bir irade ve eğilim niteliğiyle bilinçli olmadığını, bakışlarının kadınlara duyduğun yakınlığın etkisiyle yumuşak ve sıcak hale geldiğini anlayacaktım. Ama o zamanlar on yedi yaşında bir çocuk olarak bunun farkında değildim: Sanki bir ateşin içine düşmüştüm, bu sevecenliğin yalnızca ve yalnızca bana yönelik olduğunu sanıyordum ve o bir an içerisinde yeniyetmeliğimde saklı olan çocuk artık uyanmıştı; o çocuk, sonuna kadar sana vurgun kaldı. "Kim bu adam?" diye sormuştu arkadaşım. Ona hemen cevap veremedim. Adını söylemem olanaksızdı: Daha o anda,
o tek anda adın benim için kutsal bir şey, bana ait bir sır oluvermişti. "Ah, aynı binada yaşayan herhangi bir adam," diye kekeledim daha sonra beceriksizce. "Peki o zaman sana bakar bakmaz neden kıpkırmızı oldun?" diye alay etmişti arkadaşım meraklı bir çocuğun bütün kötücüllüğüyle. Ve onun sırrımı alaylı bir ifadeyle kurcaladığını anladığım içindir ki, yanaklarımı daha bir kan bastı. Utangaçlığımdan ötürü kabalaştım. "Bir kazdan farksızsın," dedim öfkeyle: Elimden gelseydi, onu oracıkta boğardım. Fakat arkadaşım çok daha yüksek sesle ve daha kötücül bir ifadeyle gülmeye başladı, sonunda âciz kalmışlığın öfkesiyle gözlerimin yaşlarla dolduğunu hissettim. Arkadaşımı orada bıraktım ve yukarıya koştum.

O andan başlayarak seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, senin gibi hep şımartılan bir erkeğe çok sık söylemişlerdir. Fakat inan bana, seni kimse o çocuk kadar, yani benim kadar, olduğum ve senin için hep öyle kalan ben kadar köle gibi ve bir köpeğin sadakatiyle kendini adayarak sevmedi, çünkü yeryüzünde hiçbir şey kuytuluklardaki bir çocuğun fark edilmeyen sevgisiyle karşılaştırılamaz; çünkü bu sevgi, yetişkin bir kadının tutkulu ve bilinçaltında hep talep eden aşkının hiçbir zaman olamayacağı kadar umarsız, kendini karşısındakine hizmet etmeye adayan, boyun eğen, hep pusuda yatan ve tutkuyla yoğrulmuş bir sevgidir. Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler. Oysa bana gelince, benim içimi dökebileceğim kimsem yoktu, kimse bana bir şey öğretmiş ve beni uyarmış değildi, deneyimsizdim ve her şeyden habersizdim: kendimi kaderime bir uçuruma atlarcasına teslim ettim. İçimde dallanıp budaklanan, su yüzüne çıkan ne varsa, kendine yakın olarak yalnızca seni biliyordu, sana ilişkin hayali biliyordu: Babam çoktandır ölmüştü, annem neşeyi ebediyen gömmüş olan matemi ve dul aylığına mahkûm olmuşların ürkekliğiyle bana yabancılaşmıştı, okuldaki yarı yarıya yozlaşmış arkadaşlarım itici geliyorlardı, zira benim için son noktada tutkunun kendisi olan şeyi onca hafife alarak oyun konusu yapıyorlardı -böylece ben de normalde parçalanıp dağılan ne varsa hepsini, baskı altında tutulan ve sabırsızlıkla hep yeniden uç veren tüm benliğimi senin önüne serdim. Sen, benim için -sana nasıl söyleyebilirim? Bu konuda her girişim yetersiz kalır-, evet, çünkü sen benim için her şeydin, bütün hayatımdın. Benim için her şey, ancak seninle ilintili olduğu ölçüde vardı, hayatımdakilerin hepsi ancak seninle bağıntılı olduğu ölçüde anlamlıydı. Bütün hayatımı değiştirmiştin. O güne kadar okulda kayıtsız ve sıradan bir öğrenci iken, ansızın birinci oldum, gecenin geç saatlerine kadar pek çok kitap okuyordum, zira senin kitapları sevdiğini biliyordum, senin müziği sevdiğine inandığım için birdenbire, neredeyse inatçı bir ısrarla ve annemi hayretler içersinde bırakarak piyano çalışmaya başladım. Ergenliğin getirdiği yeni yeni kalınlaşmaya başlayan sesimle sana fısıldıyordum. Hoşuna gidebilmek ve sana layık görünebilmek için giysilerimi temiz tutuyor ve söküklerini dikiyordum, ve eski okul önlüğümle -annemin eski bir ev
elbisesinden bozmaydı- sol tarafındaki eski ve dört köşe lekeden dolayı kendimi korkunç hissediyordum. Onu fark edip beni aşağı görmenden korkuyordum; bu yüzden ne zaman korkudan titreyerek merdivenlerden yukarıya koşsam okul çantamı lekenin üstüne bastırıyordum. Oysa bu, son derece aptalcaydı: Çünkü sen beni asla, neredeyse hiçbir zaman görmedin. Ama ben buna rağmen aslında bütün gün seni beklemekten ve sana pusu kurmaktan başka bir şey yapmıyordum.

Kapımızda pirinçten yapılma küçük bir göz deliği vardı ve bu yuvarlak delikten senin kapın görülebiliyordu. İşte o göz deliği -hayır, gülme sevgilim, çünkü ben bugün bile, evet, bugün bile orada geçirdiğim saatlerden utanç duyuyorum! -benim dünyaya açılan gözümdü, o aylarda ve yıllarda orada, o buz gibi holde, annemi kuşkulandırmaktan çekinerek, elimde bir kitap bütün öğlenden sonraları boyunca pusuya yatıyordum, bir tel gibi gergindim ve varlığının ona her dokunuşuyla tınlıyordum. Hep senin etrafındaydım, hep gergin ve hareketliydim; ama sen beni ancak cebinde taşıdığın ve karanlıkta sabırla senin saatlerini sayıp ölçen, yollarında sana duyulmayan nabız atışlarıyla eşlik eden ve senin acele bakışlarının saniyelerin tik taklarının ancak milyonda birinde yöneldiği saatin yayının gerginliğini hissettiğin kadar hissedebiliyordun. Senin hakkında her şeyi biliyordum, her alışkanlığını, her kravatını ve her elbiseni tanıyordum, tanıdıklarının kimler olduğunu kısa zamanda öğrenmiş ve aralarında ayrım yapmaya başlamıştım, onları hoşlandıkları ve bana itici gelenler diye sınıflandırıyordum: on yedi yaşımdan 20 yaşıma kadar her saat sende yaşadım. Ah, ne delilikler yaptım bir bilsen! Elinin değdiği kapı tokmağını öptüm, dairene girmeden önce fırlatıp attığın bir puro izmaritini çaldım ve onu, dudakların değmiş olduğu için, artık kutsal bir nesne saydım. Akşamları belki yüz kez bir bahane icat ederek, odalarından hangisinde ışık yandığını görmek, böylece de senin varlığını, o görünmeyen varlığını daha bir bilerek hissetmek için aşağıya, sokağa koşardım. Ve senin yolculukta olduğun haftalarda -sevimli Min Ho'nun yolculuklarında kullandığın sarı bavulu aşağıya taşıdığını ne zaman görsem kalbim korkudan duracak gibi olurdu-, evet, o haftalarda hayatım sanki söner ve anlamsızlaşırdı. Asık suratla, canım sıkkın ve etrafa kötü kötü bakarak dolanıp dururdum ve annem ağladığımı belli eden gözlerimden üzüntümü anlamasın diye sürekli dikkat etmek zorunda kalırdım.

bilinmeyen bir adamın mektubu,tkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin