'fakat sen gelmedin'

32 1 0
                                    


   Biliyorum, bütün bunlar, sana burada anlattıklarımın hepsi itici aşırılıklardan ve çocukça çılgınlıklardan ibaret. Aslında onlardan utanmam gerekirdi, fakat utanmadım, çünkü sana olan aşkım hiçbir zaman o çocukça taşkınlıklar sırasındaki kadar tertemiz ve tutkulu olmadı. Saatlerce, hatta günlerce o zamanlar nasıl seninle yaşamış olduğumu anlatabilirim, hem de benim yüzümü neredeyse hiç tanımayan seninle, çünkü
sana merdivende rastladığımda ve kaçamadığımda, o yakıcı bakışların karşısında duyduğum korkuyla başım eğik, sanki ateş beni yakıp kavurmasın diye suya atlarcasına, yanından koşarak geçerdim. O şimdi çoktan uçup gitmiş yılları saatlerce, günlerce anlatabilirim, bütün hayatının takvimini gözlerinin önüne serebilirim; ama canını sıkmak istemiyorum, sana acı çektirmek istemiyorum. Tek istediğim, çocukluğumun, bir nevi gençliğimin şu en güzel yaşantısını da seninle paylaşmak ve anlatacağım şey çok önemsiz olduğu için benimle alay etmemeni diliyorum, çünkü o zamanki çocuk için, benim için o şey, başlı başına bir sonsuzluktu. Bir pazar günü olmuş olmalı. Sen yolculuğa çıkmıştın ve uşağın silkmiş olduğu ağır halıları dairenin açık duran kapısından içeriye sürüklüyordu. O iyi yürekli adamcağız zahmet çekiyordu bu işi yaparken ve ben de ansızın gelen bir cesaretle yanına gidip acaba yardım edebilir miyim diye sordum. Adamcağız şaşırmıştı, fakat izin verdi ve böylece ben de –ne kadar büyük bir saygıyla olduğunu ayrıca söylememe bilmem gerek var mı!– evinin içini, dünyanı, hep başında oturduğun ve üstünde, içinde birkaç çiçeğin bulunduğu mavi bir kristal vazonun durduğu yazı masanı görebildim. Sonra dolapların, resimlerin, kitapların. Bu, hayatına kaçarcasına, neredeyse hırsızlama bir bakıştı, çünkü sadık Min Ho, tam bir gözlem yapmamı hiç kuşkusuz engellerdi, fakat ben o tek bakışla bütün atmosferi içime çektim ve böylece hem uyanıkken hem de uyurken gördüğüm sonsuz rüyalarım için gerekli besini almış oldum.

   O dakika, o hızla geçiveren tek dakika, gençliğimin en mutlu dakikasıydı. Sana işte o dakikayı anlatmak istedim, beni hiç tanımayan sana, bütün bir hayatın nasıl sana bağlı olduğunu ve nasıl geçip gittiğini artık sezmeye başlayasın diye anlatmak istedim. Ve ötekini de, ne yazık ki bu olaya çok yakın komşu olan o korkunç zaman parçasını da anlatmak istedim. Ben –bunu daha önce de söyledim zaten– o sıralarda senin uğruna her şeyi unutmuştum, anneme dikkat etmiyordum ve kimseyle de ilgilenmiyordum. Bu yüzden Innsbruck’lu bir tüccar ve annemin koca tarafından uzak bir akrabası olan yaşlıca bir beyin gittikçe daha sık geldiğini ve daha uzun zaman kaldığını da fark etmedim, dahası bu benim işime de yarıyordu, çünkü adam bazen annemi tiyatroya götürüyordu, ben de yalnız kalabiliyordum, seni düşünebiliyordum, senin için pusuya yatabiliyordum ve bu en büyük mutluluğumdu, tek mutluluğumdu. Bir gün annem beni biraz resmi bir ifadeyle odasına çağırdı; ciddi bir şey konuşmak istediğini söylemişti. Bunun üzerine rengim soldu ve kalbim ansızın deli gibi atmaya başladı; bir şeyler sezmiş, anlamış olabilir miydi? İlk düşündüğüm sendin, beni dünyaya bağlayan sırdı. Fakat annem de sıkılgan görünüyordu, beni bir iki kere sevgiyle öptü (bu, normalde asla yapmadığı bir şeydi), kanepede yanına çekti, sonra çekingen ve utangaç bir ifadeyle anlatmaya başladı; kendisi de dul olan akrabası, ona evlenme teklif etmişti ve annem de, her şeyden önce beni düşünerek, bu teklifi kabul etmekte kararlıydı. Kanım, yüreğime daha bir sıcak dolmaya başlamıştı: İçimden cevap
olarak yalnızca tek bir düşünce, sana ait düşüncem yükseliyordu. Ancak, “Ama burada kalıyoruz değil mi?” diye kekeleyebildim. “Hayır, Gwangju’ya taşınıyoruz, orada Seonyul'un güzel bir villası var.” Ondan sonrasını duymadım. Gözlerim kararmıştı. Sonradan bayılmış olduğumu öğrendim; annem kapının arkasında beklemiş olan üvey babama anlatırken duydum, ellerimi açarak geri gitmiş, sonra da kurşun gibi yere yığılmışım. Sonraki günlerde neler olduğunu, kendimi güçsüz bir çocuk gibi onların aşırı güçlü iradeleri karşısında nasıl savunmaya çalıştığımı sana anlatamam: şimdi bütün bunları düşünürken, kalem tutan elim
hâlâ titriyor. Gerçek sırrımı ele veremezdim, bu yüzden karşı
koyuşum sadece inatçılık ve kötülük diye algılandı. Artık kimse benimle konuşmuyordu ve her şey benden gizli yapılıyordu. Taşınmaya hazırlık için benim okulda bulunduğum saatlerden yararlanılıyordu: her eve dönüşümde eşyadan birazı daha taşınmış veya satılmış oluyordu. Evin ve böylece de hayatımın nasıl yıkılmakta olduğunu görebiliyordum ve bir defasında, öğlen yemeğine geldiğimde, taşıyıcılar benden önce gelip kalan her şeyi götürmüşlerdi. Boş odalarda toplanmış bavullar, bir de annem ve benim için iki kamp yatağı durmaktaydı: bir gece daha, son gece, orada yatacaktık ve ertesi günü Gwangju'ya gitmek üzere yola çıkacaktık.

  O son gün ani bir kararlılıkla sana yakın olmadan yaşayamayacağımı hissettim. Senden başka kurtuluş göremiyordum. Bunu nasıl düşündüğümü ve o çaresizlik içinde geçen saatlerde doğru dürüst düşünebilip düşünemediğimi sana asla söyleyemeyeceğim, fakat ansızın – annem çıkmıştı– üstümde okul kıyafetiyle kalktım ve karşıya, sana gittim. Hayır, aslında gitmedim: bir şey beni kaskatı bacaklarımla ve titreyen oynak yerlerimle mıknatıs gibi senin kapına çekti. Sana daha önce de söylediğim gibi, ne istediğimi doğru dürüst bilmiyordum: Belki ayaklarına kapanmak ve beni hizmetçi olarak, köle olarak alıkoyman için yalvarmak istiyordum ve korkarım on yedi yaşındaki bir erkek çocuğunun bu aşırılığı karşısında güleceksin ama sevgilim, eğer o zaman dışarıda, buz gibi koridorda korkudan kaskatı kesilmiş olarak nasıl durduğumu ve buna rağmen akıl almaz bir güç tarafından nasıl ileriye doğru itildiğimi ve titreyen kolumu, havaya kalkabilsin diye, bir anlamda bedenimden koparırcasına nasıl ayırdığımı ve –bu, korkunç saniyelerin sonsuzluğu boyunca süren bir savaştı– parmağımı kapının tokmağının üstündeki düğmeye nasıl bastırdığımı bilseydin eğer, inan ki gülmezdin. O tiz zil sesi ve ondan sonra gelen, kalbimin durduğu, bütün kan dolaşımımın kesildiği ve sadece sen geliyor musun diye kulak kesildiğim o sessizlik, bugün bile hâlâ kulaklarımdan silinmiş değil.

  Fakat sen gelmedin. Kimse gelmedi.

  O öğlenden sonrasında sen herhalde çıkmıştın ve Min Ho da alışverişe gitmişti; o yüzden ben de, gümbürdeyen kulaklarımın içinde ölü zil sesiyle ve el yordamıyla, kendi darmadağın olmuş, boşaltılmış evimize geri döndüm ve bitkin bir halde ekose desenli bir battaniyenin üstüne yığıldım, dört adımda, sanki saatlerce, derin kara bata çıka yürümüş gibi yorulmuştum. Fakat bu bitkinliğin altında, seni görme, beni zorla koparıp götürmelerinden önce seninle konuşma kararlılığı hâlâ bir kor gibi sıcak ve canlıydı. Sana yemin ederim ki, bunun içinde şehveti çağrıştıran bir düşünce yoktu, senden başka hiçbir şey düşünmediğim için bu konuda hâlâ bilgisizdim: Yalnızca seni görmekti istediğim, bir defa daha görmek, sana sarılmaktı.

  Sonra, sevgilim, bütün gece, bütün o korkunç ve uzun gece boyunca seni bekledim. Annem yatağına yatıp uyur uyumaz eve gelişini duyabilmek amacıyla kulak kabartmak için sessizce hole süzüldüm. Bütün gece boyunca bekledim ve buz gibi bir ocak gecesiydi. Yorgundum, her yanım ağrıyordu ve oturacak bir sandalye bile yoktu: o yüzden boylu boyunca yere, kapının altından gelen cereyanın üfürerek geçtiği zemine uzandım. Vücudumu acıtan zeminde üstümde sadece ince bir giysiyle yatıyordum, çünkü bir şey örtmemiştim, uykuya dalarsam senin ayak seslerini duyamam korkusuyla ısınmak istemiyordum. Acılar içindeydim, kramp giriyormuşçasına ayaklarımı yukarı çekip büzülmüştüm, kollarım titriyordu: o korkunç karanlığın içi öylesine soğuktu ki, ikide bir ayağa kalkmak zorunda kalıyordum. Bekledim, bekledim, seni kaderimi beklercesine bekledim.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Aug 22, 2022 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

bilinmeyen bir adamın mektubu,tkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin