Sen bizim bulunduğumuz binaya taşınmadan önce dairende çirkin, kötü, kavgacı insanlar yaşardı. Kendi yoksullukları içersinde komşudaki yoksulluktan, yani bizim yoksulluğumuzdan nefret ederlerdi, çünkü bu yoksulluğun onların o yerlerde sürünen, kaba saba davranışlarıyla bağdaşır yanı yoktu. Adam ayyaşın biriydi ve karısını döverdi; geceleri çoğu zaman devrilen sandalyelerin ve kırılan tabakların gürültüsüyle uyanırdık, bir defa kadın yüzü gözü kan içinde, saçları darmadağınık merdivene koşmuştu, sarhoş kocası da arkasından bağırıp duruyordu, sonunda kapılarından fırlayanlar adamı polis çağırmakla korkuttular.
Annem en başından onlarla herhangi bir ilişki kurmaktan kaçınmıştı ve bana da çocuklarıyla konuşmayı yasaklamıştı, çocuklar bu yüzden her fırsatta benden öç alırlardı. Sokakta karşılaştığımızda arkamdan pis sözlerle haykırırlardı, bir defasında bana o kadar çok sertleştirilmiş kartopu atmışlardı ki, alnımdan aşağıya kan akmıştı. Bütün bina ortak bir içgüdüyle bu insanlardan nefret ederdi ve sonra ansızın –sanırım adam hırsızlıktan dolayı hapse atıldı– aile pılısını pırtısını toplayarak evden taşınmak zorunda kaldığında, hepimiz rahat bir nefes aldık. Birkaç gün boyunca binanın ana kapısında kiralık ilanı asılı kaldı, sonra indirildi ve bir yazarın, tek başına yaşayan sakin bir beyin daireyi kiraladığı haberi kapıcı vasıtasıyla hızla yayıldı. Senin adını ilk defa işte o zaman duydum.
Hemen birkaç gün içinde badanacılar, boyacılar, temizlikçiler ve duvar kâğıtçıları, evi önceki yağlı sakinlerinden temizlemek üzere geldiler, çekiç, fırça ve kazıma sesleri birbirini izledi, ama annem bütün bunları duymaktan memnundu, karşı dairedeki pis hayatın nihayet bittiğini söylüyordu. Seni taşınma sırasında da görmedim: Bütün bu çalışmalara, ancak yüksek tabakadan kişilerin evlerinde çalışan türden uşağın, yani o kısa boylu, ciddi ifadeli, kır saçlı bey nezaret ediyor, her şeyi sessiz ve sadece konuya yoğunlaştığını gösteren bir tavırla, yukarıdan bakarak yönetiyordu. Hepimizi derinden etkilemişti, bunun birinci nedeni varoşta bulunan binamız için bir uşağın çok yeni bir şey olmasıydı, ikinci nedeni ise, kendini normal hizmetlilerle bir tutmaksızın ve öyleleriyle arkadaşça sohbetlere girmeksizin herkese son derece kibar davranmasıydı. Annemi daha ilk günden bir hanımefendi yerine koyarak selamlamaya başlamıştı ve benim gibi bir yaramaza karşı bile her zaman içten ve ciddiydi. Senin adını söylediğinde, bunu özel bir saygı ifadesiyle yapıyordu – sana alışılagelmiş bir hizmet ilişkisinin çok ötesinde bağlı olduğu hemen anlaşılıyordu. Evet, bundan dolayı çok sevmiştim o iyi yürekli ve yaşlı Min Ho’yu oysa her zaman yakınında olabildiği ve sana hizmet edebildiği için aynı zamanda onu kıskanıyordum da.
Bütün bunları sana anlatıyorum, sevgilim, bütün bu küçük, neredeyse gülünç olayları sana daha en baştan itibaren o ürkek ve çekingen çocuğu, yani beni nasıl böylesine etkileyebilmiş olduğunu anlaman için anlatıyorum. Daha sen kendin benim hayatıma girmeden önce, çevrende sanki bir ışık halkası, zenginliğin, farklılığın ve sır perdesinin oluşturduğu bir alan vardı –bizler, varoştaki o küçük binada yaşayanlar (çünkü daracık hayatları olanlar, kapılarının önüne gelen her yeni karşısında meraka kapılırlar) sabırsızlıkla senin taşınmanı beklemeye başlamıştık. Ve sana yönelik bu merakım, bir öğleden sonra eve geldiğimde ve mobilya dolu arabanın binanın önünde durduğunu gördüğümde doruğa varmıştı.
Hamallar çoğunu, ağır parçaları daha önce yukarıya taşımışlardı, şimdi daha küçük parçalar teker teker götürülmekteydi; ben, her şeye hayretle bakabilmek için kapıda durdum, çünkü bütün eşyan daha önce hiç görmediğim kadar tuhaf bir farklılığı sergilemekteydi; bu eşya arasında Hindistan’daki tanrıların tasvirleri, İtalyan heykelleri, parlak renkler taşıyan büyük resimler vardı ve sonra en arkadan da kitaplar geliyordu, tahmin edemeyeceğim kadar çok sayıda ve güzel kitaplar. Bunların hepsi kapının önüne üst üste konuyordu, orada onları uşak teslim alıyor ve tüy süpürgeyle özenle her birinin tozunu alıyordu. Merakla gittikçe büyüyen yığına yaklaştım, uşak beni oradan göndermedi, fakat cesaretlendirmedi de; bu yüzden hiçbirine dokunmayı göze alamadım, oysa bazılarının yumuşak derisini hissedebilmeyi çok isterdim. Ürkek bir şekilde sadece yanlarından adlarına baktım: Aralarında Fransızca, İngilizce kitaplar vardı, bazıları da hiç bilmediğim dillerdendi. Öyle sanıyorum ki, hepsini saatlerce seyredebilirdim: Tam o sırada annem beni içeri çağırdı.
Henüz tanışmamamıza rağmen, bütün akşam boyunca elimde olmadan seni düşündüm. Benim yalnızca bir düzine kadar ucuz, eskimiş karton ciltli kitabım vardı, onları her şeyden çok severdim ve hep yeniden okurdum. Ve şimdi bütün bu harika kitapların sahibi ve okuru olan, bu dillerin hepsini bilen, bunca zengin ve aynı zamanda da bunca bilgili biri acaba nasıl bir insandır, sorusu kafamı kurcalıyordu. İç dünyamda olağanüstü denilebilecek, derin bir saygı, bu kadar çok kitabın varlığı düşüncesiyle birleşmişti. Kafamda senin resmini çizmeye çalıştım: O resimde gözlüklü, uzun beyaz sakallı yaşlı bir adamdın, bizim coğrafya öğretmenimize benziyordun, sadece ondan çok daha iyi, güzel ve yumuşak başlı biriydin –seni kafamda yaşlı bir adam olarak canlandırdığım halde, nasıl olup da daha en baştan aynı zamanda yakışıklı olman gerektiğine bunca inanmış olduğumu bilemiyorum. O gece ve daha tanımadan, hayatımda ilk defa olmak üzere, senin hayalini kurmuştum.