jeongguk'un 'ödülüm' diye nitelediği, ona jennie'den aldığı ojeleri sürdüğüm gecenin üstünden üç gün geçmişti. gece yanımda uyumak istemesine rağmen onu odamdan çıkarmayı başarmış, sabaha dek olanları düşünüp durmuştum. zihnimde bir çıkış yolu bulamamamın üstüne, jenogguk ile de bir yol bulamıyordum.
ona, onu arkadaş olarak görmediğimi söylediğimden beri harekete geçmiş gibiydi. beni öpüyor, bulduğu her anda temasta bulunuyordu. onun deyimiyle, 'açık açık' onu istediğimi gösteriyordu bana. belki benim dahi onu bu denli istediğimden şimdiye dek haberim yoktu çünkü ne kadar bu gerçekten kaçmaya çalışsam da ona dokunmak için kıvranıyordum.
ellerimi beline sarmak, dudaklarını dudaklarımda hissetmek, bacaklarını belime dolamasını sağlamak ve yüzümü boynuna gömmek için kıvranıyordum.
ancak bu üç günde yalnızca kıvrandığımla kalmıştım. onu uzaktan izlemek eskisinden daha zordu henüz birkaç gün önce bedeni bedenimin altında uzanırken. jeongguk o geceden sonra bana hiç yaklaşmamış, parmak uçlarını dahi tenime değdirmemişti. istediğimin de zaten bu olduğunu düşünürken eksikliğini her zerremde hissetmem karnıma sert bir yumruk yemiş gibi hissetmeme sebep oluyordu.
jimin, bana 'hem bence ne istediğini biliyorsun.' derken şimdiye kadar aslında ne istediğimi bildiğimi değil, sandığımı fark etmiştim. benim ne istediğimi şimdiye kadar bilen tek kişi jeon'du. tıpkı söylediği gibiydi: onu istiyordum, onu deli gibi istiyordum.
o ise son üç gündür jimin'le bir kenarda oturup ciddi bir yüz ifadesiyle bir şeyler konuşuyordu. bu kadar önemli ve tek başlarına konuşmaları gereken şeyin ne olduğunu bilmesem de olan buydu. jimin'e karşı hissettiğim suçluluğun altında ise bazı şeyleri kabullenerek daha çok ezilmeye başlamıştım.
genelde her şeyi topluca yaptığımız için jennie ile baş başa vakit geçirmeme gerek kalmamıştı buraya geldiğimizden beri. beraber yemek yiyor, bazı etkinliklere katılıyor ya da yüzüyorduk.
bana karşı ne kadar samimi olduğunu hissetsem de voleybol maçındaki gibi yakın davranışlarda bulunmamaya özen göstermiştim. hala planlarım arasında buradan döndüğümüzde bir daha karşı karşıya gelmemek vardı. ona umut vererek sonradan geri çekilmek yalnızca durumun daha da kötüleşmesini sağlardı.
buradaki dördüncü günümüzün sabahında ise namjoon formdan düştüğümü söylerek erkenden kapıma dayanmış, beni tesisin içindeki geniş koruya getirmişti sabah koşusu için. kötü yanı ise 'formdan düşme' konusunda haklı oluşuydu.
normalde kesilmeden koşabileceğim yolda hızımı yer yer yavaşlatıyor, çok tıkanırsam birkaç saniye durup bekliyordum. namjoon ise her duraklamamda önüme geçerek uzun uzun söyleniyordu. son zamanlarda sayısını çoğalttığım sigaraların acısı bu şekilde çıkıyordu benden.
"kim taehyung... sen bitmişsin oğlum."
bir buçuk saat süren koşumuzun sonuna doğru namjoon'la bir ağaç kenarında elimizdeki mataralardan su içerken karşı patikada beliren iki bedene takıldı gözlerim. jimin ve jeongguk, terden rengi koyulaşmış tişörtlerinden belli oluyordu ki bizim gibi sabah sporuna çıkmışlardı. jimin'le gözlerimiz kesişir kesişmez dudaklarını bir gülüş ele geçirmişti, elini kaldırıp salladı bize doğru yaklaşmaya devam ederken.
"birileri vücudunu sağlam tutuyor," dedi jeongguk ile beraber yanımıza varır varmaz. o elinin tersini namjoon'un karnına vurup gülerken benim gözlerim jeongguk'un üstüne yapışan tişörtte geziniyordu istemsizce. "bir sene öncesine kadar namjoon'un benden daha sıska olduğuna yemin edebilirim."
göğsünden yüzüne çıkardığım gözlerim bana bakan gözleri ile buluşunca kafamı doğruca jimin'e doğru çevirerek bakışlarından kaçmıştım. jeongguk'un sırıtmaya başladığını hissedebiliyor, onu yiyecek gibi izlerken yakalanmamın ardından elim ayağıma dolaşmasın diye kendime hakim olmaya çalışıyordum üstüne üstlük.