han jisung
bomboş odada, tek başımaydım. yataktan aşağıya kafamı uzatmış, elimdeki telefondan tek bir haber bekliyordum. minho ailemi çağırmamamı söyleyip kapatmıştı ve bu da kafamda çok fazla soru işareti bırakmıştı. gelecek desem, bilet kalmamıştı ki.
hiçbir şey bilmiyordum, beynim yanmıştı ancak tek bildiğim şey, minho'yu bilerek kırmadığımdı. bana inanmasa da, ona hiçbir şeyi bilerek yapmamıştım. bilerek yapmasam da hâlâ suçluymuş gibi vicdan azabı çekiyordum.
minho'nun buna değil de, kırmızı olayına taktığının oldukça farkındaydım. keşke ellerim kırılsaydı da yazmasaydım bunu. tek hatam buydu benim, bunu da düzeltmeye razıydım.
derin nefesler alıp verdim, arada elime gitarımı alıp şarkı çaldım ancak tek bir haber gelmeyince, uykunun kollarına bıraktım kendimi.
ne kadar sızdığımı bilmiyordum, ancak üç saate yakın bir süre sonra kapımın çaldığını duydum. ilk çalışta ne kadar idrak edemesem de ikincide gözlerimi yavaşça açtım ve kapıya ilerledim. belim ve boynum yamuk yattığımdan tutulmuştu bile. oflayarak kapının deliğine bile bakmadan açtım kapıyı.
önce boyası solmuş bir saç gördüm. uykudan daha açılmamış gözlerimi aşağıya indirince çok tanıdık bir yüz gördüm.
"minho-" diye kalakaladım kapıda.
"jisung." dedi sesi titrerken. tek eli valizinde, benden bir adım bekliyordu.
ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum, bana kırgın olmasına rağmen buraya kadar gelmesine mi yoksa onu gördüğüme mi şaşırsam, bilemiyordum. ancak titremeye başlamış ellerim mutlu olduğumu gösteriyordu.
"girebilir miyim?" diye sordu masumca. kafamı salladım hemen. "tabii, tabii. kusura bakma, geç."
valizini almasına yardım ederken kapıyı kapattım ve tekrar karşı karşıya kaldık. boynunun benimle eşit olduğunu farkettim, burnundaki beni farkettim, ne kadar güzel olduğunu tekrar farkettim.
hiç bekleyemeden kollarımın altına aldım onu. ben kollarımı boynundan doğru geçirmişken, o ise ilk karşılık verememiş, sonrasında belime koymuştu ellerini. kollarımın altında olduğundan başı göğsüme gelmişti, oraya da fazlasıyla yakışmıştı.
gözlerimin doluşunu ve ağlayışımı görmezden gelerek saçlarının kokusunu çektim içime. siktir, dedim. hayatımda duyduğum en güzel koku bu.
benim ve onun burun çekişleri birbirine karışmışken, elleri daha sıkı sardı belimi. "jisung," diye adımı sayıkladı bir daha gözyaşları arasında. "minho, minho'm."
kollarımı ondan ayırırken, koridorun loş ışığını açtım ve güzel yüzünü tekrar iyice inceledim. onun ağlaması durmaya başlamıştı ancak benimki durmamıştı. bana yaptığı fedakarlığa ağlıyordum hâlâ.
"geldin..." dedim gözyaşlarım arasından.
"aradın çünkü..."
başımı eğerken, arkamı döndüm ona. "kusura bakma, ben biraz-"
"açıklamana gerek yok." diye sakinleştirdi beni. bana arkadan sarılırken, yanağını da sırtıma bastırdı. birkaç saniye öylece kaldık, hâlâ koridorda değilmişiz gibi.
"ağlamaya devam edecek misin?" diye sordu burnunu çekerken. ona yüzümü dönüp, yüzünü inceledim iyice. "teşekkür ederim, geldiğin için teşekkür ederim."
"çok güzel kokuyorsun, bebek gibi." dedi heyecanla gülümserken. "sen de harika kokuyorsun, tanrım, heyecandan bayılacağım." dedim kalbimi tutarken. o ise bu hâlime kıkırdamış, sonrasında sormuştu. "burada mı duracağız böyle?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hurts me too ✓
Fanfictionfaye webster - hurts me too, han jisung & lee minho şarkılarım kulağa daha güzel gelsin diye kelimelerimi değiştirmekten yoruldum. canını yakıyorsa umrumda değil, çünkü bu benim de canımı yakıyor.