Bölüm 1 "Susturduğun Her Kelime Çığlık Atar İçinde"

142K 4.7K 1.4K
                                    

BÖLÜM BİR
Susturduğun Her Kelime Çığlık Atar İçinde

17 Haziran 2302, İstanbul

   Şafak vaktinde gökyüzü, beyazlara bürünmüş şehri kızıllığıyla lekelediği sırada başımı kaldırıp huzurla alev almış gibi görünen yüksek binaları seyrettim. Genellikle bulutların gökyüzünü kuşattığı sıradan günlerde beyaz renk bu şehir üzerinde ebedi bir egemenlik sağlardı. Renklerden ve leke- lerden arınmış bir dünya hayali kuran insanlar için bu gö- rüntü büyük bir rahatlıktı.
    Hiç kimse o beyazların ardında sakladıkları korkunç ka- ranlığı hesaba katmazdı. Temizliği renklere yüklemişlerdi, gururla itaat ettikleri sistemin ne kadar kirli olduğunu hiçbiri kabul etmezdi. Alevler içinde yanıp yok olması gereken bu şehrin, bir illüzyon sayesinde olsa da bozulduğunu görmek güzeldi. Buza dönüşmüş bir dünyayı ısıtmak için onu ateşe verme düşüncesinin tamamen yanlış olduğunu biliyordum. Bu yüzden böyle bir sonu yaşamadan önce insanların değişebileceğine dair içimde hâlâ bir parça umut vardı.
    Bu umut, içinde bulunduğum dünyayı ve kuralları bir parça daha katlanmaya değer kılardı, ancak her geçen gün farklı bir gerçek bu duyguyu baltalardı. Bakışlarımı gökyüzünden aşağı indirip dümdüz ileri bakarak yürümeye devam ederken birkaç hava aracı alçak uçuş yaparak üzerimden geçip gitti ve şehrin bir başka köşesine doğru yol aldı. Yürümeyi bırakıp dikkatimi şehrin görmemiz istenilen yüzünden asıl yüzüne çevirdim ve kendimi olacaklara hazırladım. Beni gördüğü anda selam veren iki nöbetçi askerin yanından geçip Ölümsüzlük  Deneyleri'nin yapıldığı büyük Araştırma Merkezi binasına adım attım.
     Merkez ilk bakışta büyük gökdelenler arasında kaybolmaya müsait olan, dışarıdan bakıldığında dört katlı ve sıradan görünümlü bir binadan ibaretti. Buz dağları gibi bu binanın da tehlikesi görünmeyen taraflarında gizliydi. Ağır metal kapılar onlara yaklaşmamla birlikte yukarı doğru kayarak açıldığında duraksamadan içeri girdim ve etrafı inceledim.
    Binanın içi tıpkı hatırladığım gibiydi. Durduğum zeminden yukarıya yükselen her katta siyah camlarla çevrili oval balkonlar vardı. Bu balkonlar bilim insanlarının ofislerini ve basit laboratuvarları barındırıyordu. Yüzeysel olarak bakıldığında tamamen masumlardı, oysa derine indiğinizde merhamet sahibi bir insanı çıldırtacak kadar korkunç gerçekleri saklıyorlardı.
    Bakışlarımı aşağı indirdiğimde bana doğru yürüyen, beyaz önlüklü adamı fark edip yavaşça nefesimi bıraktım ve sessizce adamın yanıma gelişini izledim. Uzun boyu, koyu kahverengi saçları ve saçlarıyla aynı renkte olan gözleriyle sıradan görüntüye sahip bir adamdı. Kolay unutulabilecek özelliklere sahipti. Beyaz önlüğünün altına simsiyah bir takım giyinmişti. Aramıza birkaç adımlık mesafe bıraktıktan sonra durup resmi bir şekilde "Hera," diye seslendi. Sesinde bariz bir mesafe ve soğukluk vardı. Benden bir cevap beklemeden arkasını dönüp yürümeye başladığında onu takip ettim. Yol boyunca ilerledikten sonra bir duvarın ardına gizlenmiş, dar bir koridordan geçerek büyük bir asansörün önünde durduk. Bana kısa bir bakış attı ve asansörün kapıları açıldığı anda gözlerini kaçırdı. Asansöre bindiğimiz sırada yine doktor olduğunu tahmin ettiğim sarışın bir adam ve yanında getirdiği kızıl saçlı küçük bir çocuk bize katıldı.
    Adam önce kim olduğumu anlamak ister gibi bana baktı, gözleri askeri üniformamda ve göğsümdeki madalyalarda bir süre oyalandıktan sonra yüzüme odaklandı. Kim olduğumu anladığı anda telaşa kapılsa da çabucak toparlandı ve başıyla beni selamlayıp dikkatini tekrar çocuğa odakladı.
"Neden burada olduğunu biliyor musun?" diye sordu yapmacık bir merakla.
     Çocuk yanaklarını şişirip başını evet anlamında salladığında kıvırcık kızıl saçları hareketlendi ve kendisine daha önceden ezberletildiği çok belli olan cümleleri tekrar etti.
"Okula gideceğim. Ülkeme hizmet etmek için eğitim gö- receğim."
"Kesinlikle. Ülken için çalışacaksın."
"İstediğim her şey olabilir miyim?"
Adam gülümsedi. "Elbette," derken gülümsemesinde sinsi bir ifade gezindi. Sağ yanağında kocaman bir gamze belirmesine rağmen yeşil gözlerine korkutucu bir soğukluk hâkimdi. Bu soğukluk bir şeyleri gizlemek istediği için yerleştirilen bir maske değildi. Gözlerimi kısıp onu dikkatle inceledim. Okuması kolay biriydi. Bakışları net bir şekilde açık ediyordu, acımasızdı. Bir amacı vardı ve ona ulaşmak için her şeyi yapardı. Gözlerinin soğukluğu acımasızlığının, gülümsemesi ise eline geçen yeni bir fırsatın heyecanını taşıyordu.
    Aynı gülümseme sık sık benim dudaklarımda da olurdu, gözlerime yansımayan gizli planlar ve amaçlarla dolu bir gü lümseme. Bir katilin heyecan dolu gülüşü. Bu gülüşü nerede olsa tanırdım. Bu içinde yaşadığımız dünyanın, bize güç adı altında kazıdığı bir maskeydi. İnsanların çoğu bu maskeyi öyle benimsemişti ki yüzlerindeki soğukluk, duygularını da etkilemişti. Tıpkı bu adam gibi hepsi taşıdıkları maskeyle bütünleşmişti.
      Asansörün kapıları açıldığında adam ve çocuk dışarı çıktı, Doktor tek kaşını kaldırarak bana baktı.
"Motivasyonunu tazeleyelim mi?" dedi gülümseyerek ama gülümsemesi gözlerine yansımadı.
    Sesimi ifadesiz tutarak "Buna gerek olduğunu sanmıyorum," desem de asansörden indim.
Aslında motivasyonumu artırmam için buraya tekrar gelmeme gerek yoktu. Her gece kâbus olarak üzerime çöken görüntüler, olayın ciddiyetinden uzaklaşmamam için yeterliydi. Başımı zeminden kaldırmadan önce birimin uzak bir köşesinden tiz bir çığlık yükseldi ve bu ses kısa bir an duraksamama sebep oldu.
     Buraya gelmenin benim için ne kadar zor olduğunu bilen Doktor herhangi bir yorum yapmadan ben hazır olana kadar bekledi, yüzüne baktığımda kısık sesle "Devam edelim," dedi. Sesinden onun da buradan benim kadar nefret ettiği belli oluyordu.
    Doktor, burada olanları sonlandırmak için kurulan, benim de bir üyesi olduğum Proje adındaki gizli bir örgütü yönetiyordu ve bu deneylerden büyük bir rahatsızlık duyuyordu. Yine de her fırsatta buraya geliyordu. Söylediğine göre burası onun motivasyonunu tazeliyordu. Benim için ise buraya yaptığım her ziyaretin, düşüncelerime eklenen yeni bir vicdan azabından başka bir getirisi yoktu. Deneylerin sözde büyük destekçilerinden biriydim ve ilerlemeleri takip edebilme yetkisine sahip olmak, burada dolaşma hakkına sahip olmak ttığım her adımda, ellerime yapışan kanı hissederdim. Şu anda içinde bulunduğum birim, labirent şeklinde ta- sarlanmıştı ve labirent deneklerle dolu cam odalardan oluşuyordu. Gençler ve çocuklar bu cam odalara yerleştirilmişti, her odanın üzerinde mavi harflerle içeride yapılan deneyin adı yazıyor ve camın dış tarafında duran iki stajyer, insanlar üzerinde yapılan deneyleri izleyerek yöntemleri tartışıyordu.
    Hiçbir odanın önünde uzun süre kalmamaya dikkat ederek büyük adımlarla labirentte dolaşmaya başladım. Camlarında yüz değiştirme, dayanıklılık, gençleştirme, bağışıklık yazan odaları geçtim ve iyileştirme deneyinin yapıldığı odanın
önünde bekledim.
   On üç ya da on dört yaşlarında görünen küçük bir kızın kan içindeki, tek başına oturmuş, korku dolu gözlerle onunla konuşan Doktor'u dinleyişini izlerken duygularımın yüzüme yansımasını engellemek zordu. Kızın bakışlarında gördüğüm şeyleri ve beyaz zemindeki kan birikintisini unutmaksa daha zor. Doktor konuşmayı bitirdikten sonra olanları ancak birkaç dakika izleyebildim ve nefes alıp verişim hızlandığında artık karnıma saplanan ağrıya dayanamayıp orayı terk ettim.
    Birkaç adım sonra buraya beraber geldiğimiz kızıl saçlı çocuğu, üzerinde "Diriltme" yazan başka bir odada tek başına otururken buldum. Etrafı görmek ister gibi bir sağa bir sola bakıyordu ama görünen o ki camlar içeriden dışarıyı görmeyi engelliyordu.       
    Odanın kapısını açıp çocuğu oradan çıkarmak istedim ama bunu yapamayacağımın bilincindeydim. Başıma korkunç bir ağrı saplandığında tekrar arkamı dönmek zorunda kaldım ve asansöre doğru yürüyüp sıkıntı içinde doktoru beklemeye başladım. Doktor birkaç dakika sonra yanıma geldiğinde tek kelime konuşmadan asansöre atladım ve asansör hareketlendiği sırada bile sessiz kaldım. Bütün bu süre boyunca onun beni izlediğinin farkındaydım. "Yüzün sarardı Ervin."
"Düşünüyorum," dedim sadece. Asansör geniş, beyazlarla kaplı bir odaya açıldığında kendimi dışarı attım.
Doktor bir süre sessiz kaldı, ardından "Vicdan azabı, hiç bırakmıyor değil mi?" diye sordu usulca. "Oradaki insanlara hiçbir şey yapmadığın halde yine de vicdan azabı çekiyorsun."
"Hiçbir şey yapmadığım için," dedim cümleyi yineleyerek. "Sadece sustum ve olanları izledim. Her zaman yaptığım gibi."
"Susmak ve izlemek, bu binada yapılabilecek en masum şeyler Ervin. Keşke ben de burada yaşananları sadece susup izleyebilseydim."
   Kaşlarımı çattım. "Sence bir eylemde bulunmak ve ona sessiz kalmak arasında çok mu büyük fark var?" diye sordum. "Bir cinayeti susup izleyenler de o cinayeti işleyenler kadar katil değil midir diyorsun? Bana göre arada bir fark yok. Sen yine bugün benim omuzlarıma kaç cinayeti yükledin Doktor? Sayısını biliyor musun?" Buna bir cevap vermedi, dikkatle beni izlemeye devam etti. Neden umursadığımı merak ediyordu. Neden diğerleri gibi görmezden gelemediğimi, neden susmanın bana ağır geldiğini...
   "Seni hiç anlayamadım," diye itiraf etti. "Yanlış anlama, bir güvensizlik söz konusu değil. Yıllardır seni tanıyorum, bize ihanet etmeyeceğini biliyorum. Sadece anlayamıyorum, ailen ve arkadaşların güvende, birçok insanın sadece hayalini kurabileceği bir kariyerin var, bir şekilde sisteme uyum sağlıyor ve hayatına devam ediyorsun. Savaşacak bir nedenin yok ama bu insanlar için ölümü göze alıyorsun. Neden? Sadece o çocuk yüzünden mi?"
   İç geçirip başımı iki yana salladım.
"O çocuk sadece başlangıçtı ve son olmadı, sorun bu değil. Sorun senin bu insanları kurtarılmaya değer bulmam için bir nedene ihtiyacım olduğuna inanman. Sorun bu hale gelmemiz. Doktor, gözlerime bak ve aşağıda yaşananların seni rahatsız etmediğini söyle."
    Cevabı kendim görebilmek için gözlerine baktım ama o gözlerini kaçırmakla yetindi. Verebilecek cevabı yoktu ve bu yüzden beni anlamıyordu. Asla anlamayacaktı.
"Fiziksel bir acı çekiyor musun?" diye sordum bunun üzerine.
   Konuyu nereye bağlamak istediğimi merak eder gibi "Hayır," dese de yanlış bir cevap verip vermediğini düşündüğü belliydi.
"Duygusal olarak acı hissediyor musun?" diye sordum.
"Evet," dedi bir saniye bile düşünmeden ve bu cevap beni gülümsetti.
"İşte bu Doktor," dedim. "Bu yeterli. Acıyı çeken taraf ol- manıza gerek yok. Onu hisseden taraflardan biriysek savaşacak nedene sahibiz. Ben bir askerim, çoğu bunu formaliteden ibaret görse de ben aşağıdaki çocukları korumak için bir yemin ettim. Nasıl susup izleyebilirim?"
    Odanın içinde bir ileri bir geri gezinirken sadece "Haklısın," demekle yetindi ve sessizleşti.
     Yanından geçip pencereye yaklaştım ve camın ardından yeni yeni canlanmaya başlayan şehri izlemeye başladım. Ruhsuz bir yüzyılda, ruhsuz şehirlerde, daha ruhsuz insanlarla birlikte yaşıyor ve onların mahvettiği insanları kurtarmaya çalışıyorduk. İnsanlar gerçekten kurtarılmaya değer miydi? Bu konu şüpheliydi, ancak herkesin hayatta bir şansı hak ettiğini düşünürdüm ve bu insanlara hiç şans verilmemişti.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu Doktor, uzayıp giden sessizlikten rahatsız olmuş gibiydi. Tüm bu konuşmalara rağmen fikrimi değiştireceğimden korkuyordu. Beni ölümden beter bir sona sürükleyebilecek bir şey yapmak üzereydim ve son ana kadar sırları tutmak şartıyla vazgeçme hakkına sahiptim. Bir çeşit intihar görevini gönüllü olarak kabul etmiştim. Benim dışımda herkes ben- den fazla endişeliydi. Benim ise olacakları pek fazla kafama taktığım söylenemezdi. Doktor yanıma gelip deneylerin içeriği ve planlanmış sonuçlarını önüme koyduğu günden beri pek kendimde değildim. Her şeyi detaylıca düşünmüştüm. Bu deneylerin sonucunda verilmesi planlanan ölüm emirlerinin listelerini ve deneylerin sonunda yapılacak katliam planlarını görmüştüm. Hepsi deneylerden bile daha kanlı ve daha vahşiydi.
   İnsanlar günümüz teknolojisiyle doğal yaşlanmayı belirli bir yaşa kadar durdurmuştu. Vücut yirmi yaşına geldiğinde yaşlanmayı durduruyordu ve altmış yaşından sonra tekrar yaşlanmaya başlıyordu. İnsan ömrü ortalama iki kat artmıştı ancak bu onlara yeterli gelmiyordu. Sınırlar onları deli ediyordu, kendileri sınırsızlığın peşindeydi ve bu sadece uzun bir yaşam isteği değildi. Hayır, yenilmez olmak istiyorlardı. Hiçbir şekilde ölmemek, öldürülememek. Onu elde etmek üzereydiler.
Ölümsüzlüğe sahip olduklarında ise katliamları başlatacaklardı. Asil halk, yetmeyen kaynakları neden olarak gösterip sıradanları avlayacaktı. Zaten deneyler olmasa, onlar bugün bile yaşayamazdı. Elbette buna yaşamak denirse, Genel Bölgeler eskilerin hayvan barınaklarından bile daha kötü bir durumdaydı. Kasıtlı bir işkenceye maruz bırakılıyorlardı. Elektrik ve su yoktu. İsyan etme şanslarıysa hiç yoktu. Başkaldırı sayılabilecek tek kelime anında susturuluyordu. Şansı varsa ölüm, yoksa askeri hapishanelerde devam eden işkencelerle. Bu insanların kaybedecek bir şeyi yoktu, canları zaten tehlikedeydi ancak askeri hapishaneler ülkemizde en caydırıcı etkendi. Kimse o işkence yuvasına girmeyi göze almaz, gerekirse deneylere yürüyerek, yüzlerinde kocaman bir gülümsemeyle girerdi.
"Ervin."
Başımı çevirip Doktor'a baktım, gözleri yüzümü taradı ve ardından tekrar koltuğu işaret etti.
"Otur, lütfen."
    Pek de gönüllü olmayarak pencerenin önünden ayrılarak işaret ettiği beyaz koltuğa oturdum. Bunun sebebinin lütfen demesi olduğunu bilmek onu gülümsetti.
   "Tüm inkâra ve gizleme çabalarına rağmen doğuştan gelen asalet, kolay kolay kaybolmuyor."
    Ona sertçe baktım. Asalet, açılmasından hiç hoşlanmadığım bir konuydu. Nüfus artışı nedeniyle insanların bir- birlerinden ayrılması yetmeyince, bir de asalet derecelerine ayrıldığı bir sistemde piramidin en tepesinde doğan şanslı azınlıktandım. Dört ayrı dereceye ayrılan asiller arasında yürütme ve yargı işleriyle uğraşan bir ailede, birinci derece olarak doğup asker olmayı seçerek dördüncü dereceye gerileyen kızdım. İkinci derecedeki bilim insanlarının, üçteki sermaye sahiplerinin, sanatkârların ve diğer meslek gruplarının bile daha altında görülen dördüncü seviye bir askerdim. Herkes tarafından saygı duyulan ancak dış savaşlar dışında iç işlerinde söz sahibi olmayan, düzeni sorgulamayan...
     Derece geçişleri, doğduklarında ailesinin derecesine sahip olan çocukların, yeteneklerine göre yükselebilmesini, başarılı olacağı işi yapabilmesini sağlamak için oluşturulmuştu ve herkes bunu yükselmek için kullanıyordu. Çocuk yetenekliyse dördüncü dereceden ikiye yükselmek kolaydı ancak birinci dereceye sahip olmak zaten bir değilsen neredeyse imkânsızdı. Herkesin hayalini kurduğu bu dereceyi düşünmeden reddetmem, askeri okula girdiğim ilk dönemde herkes tarafından şımarıklık sayılmıştı.
    Hâkim olan anne ve bakan bir babaya sahip olan biri olarak adalet ve eşitliğin önemiyle ilgili hikâyeler dinleyerek büyüsem de ailemin, aslında bu iki kavram hakkında en ufak bir fikir sahibi olmadığını anlayınca sayıların da bir önemi olmadığına karar vermiştim.
    Aslında bu çağda adalet, eşitlik, merhamet ve olumlu anlama sahip diğer tüm kelimeler ruhlarını yitirmiş ve bu insanlara, bu kelimelerin kabuklarıyla idare etmek düşmüştü. Hiçbiri bundan şikâyetçi görünmüyordu. Çünkü sistem onlara "adil" davranıyordu.
"'Askerim ve yemin ettim,' dedin de aklıma geldi Ervin," dedi Doktor odanın içinde ileri geri volta atmaya başladığında. "Söylesene, asalet derecenden neden feragat ettin?"
Bu bana sorulmasından hiç hoşlanmadığım bir soruydu, çünkü cevabı dürüst olmaya pek açık değildi ama doktorla arkadaş denilebilecek bir samimiyetimiz olduğundan ona cevap verebilirdim.
   "Sizin aksinize sayılara takılmıyorum," derken arkama yaslandım. "Bana şu derece asil desinler diye şeytanın avu- katlığını yapacak değildim. Bu ülkede adil bir sistem yok. Adil bir yargı yok. Neden sırf bana vereceği bir rakam için doğruluğuna inanmadığım, amaçsız bir mesleği yapayım? Böyle gayet iyi idare ediyorum."
"Evet, ancak korkuyorsun da."
"Neden korktuğumu söyler misin?" diye sordum rahat bir şekilde. "Sanırım korku kelimesinin anlamı ikimiz için farklı."
"Bir gün o uçağa, Genel Bölgeler'i yok etmek için gir- mekten korkuyorsun," dedi önümde dikilip bana bakarak. "Ölümsüzlük Deneyleri için daha fazlasına ihtiyaçları olma-dığına karar verilip çocuk ya da genç demeden herkes için ölüm emri verilmesinden ve bu emrin sana verilmesinden korkuyorsun."
Başımla onayladım ve gözlerime buz gibi bir bakış indirip çevik bir hareketle koltuktan kalktım. Doktor'un karşısı- na dikildiğimde gözlerinde hafif bir kıpırdanma oldu ve bir adım geri attı.
"İşte. Korku bu. Nasıl bir tepki vereceğimi bilmiyorsun, bu yüzden korkuyorsun. İnsanlar hep bilmediklerinden korkar. Ama ben," dedim yavaşça nefesimi bırakırken, "Ben korkmuyorum Doktor, çünkü olacakları biliyorum. Sana da açıklamama izin ver. Günlük işlerde ve inşalarda insan gücüne ihtiyaç duymadığımız bir çağda yaşıyoruz. Ancak ben ölümsüzlük bulunana kadar, Genel Bölge halkı için bir ölüm emri gelmeyeceğini biliyorum. Deneylerde onlara ihtiyaç var. Bu ülkede tamamen pragmatik bir düzen var. Kim, ülkeye ne kadar fayda sağlıyorsa, ülkede o kadar refah içinde yaşıyor. Görünen o ki insan canı, yalanlar kadar değer bulmuyor ancak düzen, Genel Bölge halkını bir şekilde hayatta tutuyor. Yani senin sözünü ettiğin şey asla gerçekleşme ihtimali olmayan bir seçenek."
Birkaç saniye söylediklerimi düşünmesi için zaman verdim ve konuşmaya devam ettim.
"Yine de diyelim ki bir gün bana kendi ülkemdeki insanları öldürmek için emir geldi. O uçağa binerim. Ama yok ettiğim yer Genel Bölgeler değil bu merkez olur. Sonrasında olacakları umursar mıyım? Hayır. Hiçbir zaman umursamadım, yine umursamam. Gördüğün gibi her şey kontrolüm altında. Korktuğum yok."
    Söylediklerimi başıyla onaylarken yutkundu, bana hâlâ temkinli bir şekilde bakıyordu.
"Rahatla Doktor," dedim gülümseyerek. "Öfkeli değilim. "Yanından çekilip tekrar koltuğa oturduğum sırada rahatlayarak nefesini bıraktı
"Uzun zamandır burada yoksun, hoşlanmadığın konularda üzerine gelmemem gerektiğini unutmuşum," diye mırıldandı elini şakaklarında gezdirirken.
   Buna cevap vermedim, stres dolu günler geçirmiştim ve şu anda sahip olduğum en iyi ruh halinde değildim ama bu durum için kötü de demezdim.
"Askeri hapishanelerden de mi korkmuyorsun?"
Dudaklarımdaki tebessüm büyüdü. "Korkmadığımı söylersem, yalancı ya da aptal olduğumdan emin olacaksın değil mi?"
"Evet," dedi dürüstçe.
"Korkuyorum," diye itiraf ettim, gözlerinde dürüstlü- ğümden dolayı yaşadığı rahatlamayı gördüm. "Ama orada o işkencelere dayanan yüzlerce insan var, ben neden dayanamayayım? Oradaki insanlardan daha mı zayıfım?"
"Tüm detayları düşünmüşsün."
"On altı yaşından beri yeterince zamanım oldu," dedim duygularımın sesime yansımamasına dikkat ederek. "Yirmi beş yıl, her şeyi etraflıca düşünebilmek için yeterli bir zamandı."
"O çocuk yüzünden..."
"O çocuk, denekler ve diğerleri... Güçlüler zayıfları korumalıydı. En azından askerler bunu yapmalıydı. Asker olmak eskiden böyle bir şey değil miydi? Fedakâr olmak, savaşamayan insanların yerine savaşmak, kendi canın pahasına da olsa onları hayatta tutmak... Ne zaman askerler bir katile dönüştü?" Elimle onu işaret ettim. "Ne zamandır senin gibi doktorlar, hayat kurtarmak yerine can alıyor?"
Bir an nefes alamıyormuş gibi bana baktı ve bakışlarını kaçırdı. "Susturulmanın ne kadar ağır bir şey olduğunu biliyorsun değil mi? İkimiz de konuşacak çok şeye sahibiz ama susuyoruz. Susup söylemediğim her kelime başımın içinde çığlık çığlığa bağırıyor, ya onlar özgür kalacak ya da ben kendi düşüncelerimin altında ezilip yok olacağım."
"Daha çok gençsin," dedi Doktor tekrar yüzüme baka- bildiğinde. "Ve onların gerçek yüzünü gördüğünde daha da gençtin. Bu herkesin taşıyabileceği bir yük değildir."
"Yük mü?" diye sordum. "Kimse bu yükün altına girmezdi ki. O gün orada benim yerimde bir başkası olsaydı, bunu umursayacağını mı sanıyorsun?"
"Hayır," diye cevap verdi sıkıntıyla. "Sen farklısın. Bunu herkes biliyor. Çoğu insan yorulduğunda pes etmeyi ve gerçekleri kabullenmeyi seçer."
"Bunlar benim gerçeklerim değil," dedim. "Bu asillerin taşıdığı kusursuz dünya düşüncesi, yalan. Ben o dünyanın duvarlarındaki çatlaklarla boğuşuyorum. Azımsanamayacak kadar büyükler ve aralarından bir cehennem görünüyor. Yürüdükleri şehrin altından yükselen çığlıkları duyamayacak kadar sağırlar. Birinin bu sesleri onlara duyurması gerek."
"Söylediğin gibi, duysalar da umursamazlar."
"Emin ol Doktor, umursayacaklar. O gün geldiğinde bunu herkesin derdi yapacağım."
"O günleri görmek isterdim. Ama yüz yıl daha yaşayamayacak kadar yaşlıyım."
Birkaç saniye sessizlik oldu ve arkamızdan gelen melodik sesin ardından kapı açıldı, göz ucuyla sarışın bir kadınının girdiğini gördüğümde bakışlarımı kapıya yönelttim.
"Buna artık dayanamıyorum," diye yakındı kadın hızla içeri girerken, gözleri kapalıydı. Bir anda bakışlarımın ağırlığını hissetmiş gibi gözlerini açıp bana baktı ve yutkundu. Ardından soran gözleri Doktor'u buldu. "Berre," dedi Doktor kadına bakarak. "Ben de seni bekliyordum, lütfen otur."
Kadın gözlerini üzerimden ayırmadan karşımdaki beyaz koltuğa oturdu ve ne yapması gerektiğini bilemeyerek beklemeye başladı. Elleriyle oynuyordu, bu onun gergin olduğunu gösteriyordu. Oturuşundan her an odayı terk etmeyi planladığı belliydi. Beni tanımamışsa bile bakışları göğsümdeki madalyalara kaydığında kim olduğumu anlamıştı.
"Lütfen ne söylemek için geldiysen, devam et," dedi Doktor şefkatle ona bakarak. "Susma. Konuşmak istediğini biliyoruz."
Kadın kaşlarını çatıp gözlerini üzerime dikti.
"O bizden biri," dedi Doktor, kadını rahatlatmak isteyerek.
"O Hera," diye cevap verdi kadın.
İsmi kötü bir anlamı varmış gibi vurgulamıştı. O ismi alma nedenim düşünüldüğünde pek de haksız sayılmazdı.
"Onların en iyi askeri."
"Öyle ancak en sadık ve güvenilir askerleri olduğu söylenemez," dedi Doktor, gülümseyen gözlerle bana bakarak.
"Proje'ye destek olacağını söylediğin ve planlarda bahsettiğin kişi... Hera mıydı?" diye sordu kadın inanmayan gözlerini bir bana bir Doktor'a çevirirken. "Buna gerçekten inanıyor musun? Böyle bir şey mümkün olabileceğine... Sana yalan söylüyor. Hepimizi öldürtecek."
    Düşüncelerini benim yanımda hiç sakınmadan ve utan- madan dile getirmesi takdir edilebilecek bir davranıştı. Belki de bu cesaretin kaynağı işlerinin zaten bittiğine dair inancıydı.
"Bize yardım etmeye gönüllü olan birini yalancılıkla suçlamak hoş değil," dedi Doktor.
"Hera'nın bir hain olduğuna inanmak kadar mantıksız değil," diye düzeltti kadın.
"Kime göre hain?" diye sordum yavaşça.
Kadın konuşmamı beklemiyormuş gibi bana baktı. "İnandığın, hizmet ettiğin ve koruyacağına dair yemin ettiğin sisteme ihanet edeceksin," dedi. "Bu seni güvenilmez biri yapıyor."
"İnandığım, hizmet ettiğim sisteme ihanet etmiyorum. Doğru olacağına inandığım başka bir sistemi inşa etmeye çalışıyorum," diye düzelttim anlaması için yavaş konuşmaya dikkat ederek. "Korumak için yemin ettiğim şey sistem değil insanlardı, amaçtan sapmış değilim. Asillerin korunmaya ihtiyacı yok. Güçlü bir orduları var ve gayet iyi idare ediyorlar. Sen Genel Bölge'dekiler için endişelen. Korunmaya ihtiyacı olan halk onlar ve ben arka planda onlar için çalışıyorum."
"Sen de o orduya dahilsin," dedi son söylediğimi duymazdan gelerek. Cümlelerin içinden kendi işine yarayacak kelimeleri seçip çıkarma gibi gereksiz bir özelliği sahipti. Olayın bütününe değil, kendi düşüncesini destekler nitelikte olan kısımlarına odaklanıyordu. Amacı sonuca ulaşmak değil de bir tartışmayı geçiştirmekse bu yöntem işe yarardı ancak bir uzlaşma sağlayamazdı. Bunu fark etmiş olacak ki vazgeçip soru cevap yoluna daldı.
"Birlikte savaştığın insanlara sırtını mı döneceksin? Bu insanlar için onlara karşı savaşır mısın?"
"Korumak için yemin ettikleri halkın katledilmesinde rol oynamaya bu kadar heveslilerse neden savaşmayayım?"
Buna bir yorum yapamadı, sadece "Bunu anlamıyorum," dedi.
Bu cümleyi o kadar çok duymaya başlamıştım ki. Evet, kimse anlamıyordu.
"Bu insanlar seni neden ilgilendiriyor ki?"
"Seni neden ilgilendiriyor?" diyerek sorusunu ona yönelttim. "Ya da neden umurunda? Üzerindeki önlüğe bakarak senin tüm iyi niyetine rağmen bu çocuklara zarar verdiğini söyleyebilirim."
"Bu söylediğin çok ağır," dedi gözlerini kırparak. "Elimden gelen bir şey yok. Ama değiştirmeye çalışıyorum. Gördüğüm çok fazla şey var."
"Benim de kendimce sebeplerim var. Ben seninkileri sorgulamıyorum, sen de beni sorgulamaya çalışma."
"Ervin'i yıllardır tanırım," dedi Doktor araya girerek. "Güvenilir olduğunu biliyorum."
"Bundan ne kadar eminsin?"
"Çıkacak isyanı ve savaşı birinci elden yönetebilmek için dondurulup yüz yıl sonra uyandırılmayı kabul etti. Ona Proje'nin kaderini teslim edebilecek kadar eminim," diye cevap verdi.
"Bunun ne anlama geldiğini göremiyor musun? Berre, büyük resme odaklan. Bundan birkaç yıl önce tamamen umutsuzduk. Bugün ise bizim yanımızda olduğunu söyleyen onlarca bilim insanı ve güçlü askerler var. Hera girdiği her savaşta büyük başarılar elde etti, yaşarken efsaneleşmek üzere ve trajik bir son onu öyle yapacak. Hikâyeleri anlatılacak, uyandığı yüzyılda bir kahraman olarak anılacak, insanlara yalnızca 'Yanınızdayım,' demesi kitleleri yanına çekmesi için yeterli olacak."
"Beni endişelendiren de bu," diye bağırdı Berre. "Olur da taraf değiştirmeye karar verirse, bu insanların hiç şansı kalmaz. Bu kız merhametiyle ünlenmedi, korkmakta sonuna kadar haklıyım."
Buna karşı çıkamazdım. Düşüncelerinde tamamen haklıydı. Doktor'un bana güvenmesinin ve Proje'ye katılmamı istemesinin bir nedeni vardı. Bu yüzden kadının endişelerini o giderme kısmını o devraldı.
"Haklısın. Ama sen onu benim kadar iyi tanımıyorsun." Kadın bu sözün aksini savunamazdı bu yüzden daha fazla üzerine gidemeyince "Neden bu savaşı yüz yıl sonra başlatmak konusunda bu kadar ısrarcısın?" diye sordu. "Yapma Dağhan. O zamana kadar bu çocukların hepsi ölür."
"Bunu defalarca konuştuk, bu bizim de ilk tercihimiz değil ancak başka çaremiz yok," dedi Doktor. "İnsanların deneylerin sonuçlarını görmesi gerek, nasıl yıkım verdiğini, nelere sebep olduğunu... Aksi halde bizim bir deneyi sonlandırmamız gelecekte başka deneylerin başlamayacağı anlamına gelmeyecek. İnsanlar ölümsüzlük fikrinden kolay ko- lay vazgeçmez. Sonlandırdığımız her deney onların daha da hırslanmasına neden olacak. Birkaç kişiyi kurtarmaya çalışırken daha fazlasının ölümüne neden olacağız. Öyle bir noktaya gelinmeli ki, gelecekte ölümsüzlük adı geçtiği anda tüm dünya ayaklanmalı. Böyle bir şeyin tekrarlanma düşüncesi bile insanları korkutmalı. Tek bir şansımız var ve bu problem kökten çözülecek."
"Ama bu çocuklar..."
"Bu çocuklar için yapabileceğimiz bir şey yok," dedi Doktor sabırla.
"Anla artık Berre. Bu çocuklar büyük travmalar yaşadı. Bir daha toplanamayacaklar..."
"Ve yüz yıl boyunca her gün aralarına yenileri eklenecek," dedi Berre.
"Savaşlarda kayıplar olur," dedim sakin bir şekilde.
"Bu bir savaş değil," derken başını kaldırıp bana baktı. "Bir savaşa dönmek üzere."
"Bir askerin, özellikle de senin gibi birinin ihanet edeceği fikri mantıklı gelmiyor. Ya amacın ölümsüz olmaksa? Bunun için dondurulmayı kabul ediyorsan?"
"Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın? Böyle bir amacım olsa neden ölüm cezası alacağım, daha da fenası askeri hapishanelerde yargılanacağım bir yolu seçeyim? Cryonics şirketleri var, insanları ölümsüzlüğün bulunduğu bir yüzyılda uyandırmak için kuruldular. Amacım bu olsa onlardan birine giderim."
  Bunu nasıl olup da düşünemediği aklına gelmiş gibi kaşlarını çattı. Aslında cevap açıktı çünkü bu kadın düşünmeden konuşmaya alışıktı.
"Ölümsüzlüğü bulduklarında onları yenebileceğini mi düşünüyorsun?" diye sordu. Başka bir şeyin peşinde olmadığıma ikna olmaya başlamış gibiydi.
"Düşünmüyorum. Onları yeneceğimi biliyorum."
Bunun üzerine güldü. "Böyle biri olduğunu söylemişlerdi," dedi başını iki yana sallayarak. "Kibir tehlikelidir Hera."
"Kibir kendisini hak eden insanda mükemmel durur. Çok az insan kibri hak eder. Ben onlardan biriyim."
"Onunla tartışma," diye uyardı Doktor usulca. "Seni sinir etmekten başka bir işe yaramaz. Dakikalardır seni analiz ediyor, haklı olsan bile bunu tersine çevirmenin bir yolunu bulacaktır," diye mırıldanırken konuyu değiştirmek istediğini belli ederek kadına baktı.
"Dondurma işlemi ne zaman gerçekleşecek?" diye sordu Berre ona yardım ederek. "Ve neden yüz yıl sonra uyanacaksın? Görünen o ki bu noktayı da kaçırmışım."
"Laboratuvarlardan edindiğimiz bilgiye göre Gözyaşı'nın rejenerasyon gücünü arttıran mutasyon yüz yılda bir ortaya çıkıyor. Şu an ölümsüzlüğe en yakın oldukları noktadalar, ancak rejenerasyon yeterli bir güçte değil ve hâlâ lazer silahları etkisiz hale getiremiyorlar. Bir sonraki mutasyonda hem rejenerasyon istedikleri güce ulaşacak hem de lazer silahlara karşı bağışıklık elde ederek amaçlarına ulaşacaklar. Bu yüzden yüz yıl sonra uyanacak. Belki bu süre birkaç yıl daha uzayabilir ya da daha az sürebilir. Sayının önemi yok. Kendisine en çok ihtiyaç duyulan anda uyandırılacak.""Peki ya dondurulma?" diye sordu tekrar.
"Bu hafta. Diğerlerinden onayı aldık."
"Bu kadar erken mi?" diye sordu Berre. "Neden bu kadar
acele ediyorsunuz?"
"En mantıklı zamanlama bu," dedim. "Şimdi bir ateşkes içinde olsak da casuslar çalışmaya devam ediyor. Ben ortadan kaybolduğumda Proje kaybolmamın sebebi olarak Çin'i gösterecek. Çin de sırf bunu bizim hükumeti delirtmek için reddetmeyecek ama kabul etmeyecek kadar da akıllılar. Şüphe bırakıp kenara çekilecek."
"Ayrıca Çin'in Kaynak Savaşları süresince yarattığı yıkımdan ötürü Hera'dan hiç haz etmediğini herkes biliyor."
Başımla onaylayarak Doktor'a baktım. "Hacker'lerı kimliğimi ifşa ettiğinden beri olayı kişiselleştirdiler. Askeri şehirlerin intikamını almak için hedeflerinde olduğumu zaten biliyoruz. Şu an en büyük amaçları beni ortadan kaldırmak. Kazanamadıkları bir savaşta en çok yıkımı yaratan kişi ölürse, kayıpları hafifler ya da halkın sarsılan güveni tekrar yerine gelir sanıyorlar. Bunu istiyorlar. Ortadan kaybolmam, o kadar da şaşırtıcı olmaz."
"Peki, sen gittiğinde savaş ne olacak?" diye sordu Berre. "Daha da alevlenmez mi?"
"Ordudaki tek pilot ben değilim, üstesinden gelirler. Ben bu süreçte sizin ne yapacağınızla daha çok ilgileniyorum. Dondurulup bir köşede unutulma ihtimali hoş değil."
"Proje'nin sadece bizden ibaret olmadığını ve tüm de- taylarını biliyorsun Ervin," dedi Doktor. "Her statü için geri planda yetiştirilen yeni insanlar var.    Deneylerin destekçisi çok. Ancak doktorlar ve askerler arasında deneylerden memnun olmayanların sayısı da az değil. Bu yıllar önce kurulan bir ekip, yüz yıl sonra daha da güçlü olacak.    Hiç şüphen olmasın."
"Dozunda şüphe iyidir. Tüm olasılıkları görmeni sağlar." Ayağa kalktım ve "Beşlinin üyesisin anlaşılan," dedim Berre'ye bakarak.
   Beşli, Proje'nin yönetimini sağlayan ve gizli planlardan haberi olan insanların oluşturduğu bir gruptu ve benden haberdar olacak kişi sayısı bu kadardı. Adım ve amacım Proje içinde dahi bir sır olacaktı.
"Aynen öyle, ayrıca kendisi Proje'nin kurucularından," dedi Doktor gülümseyerek.
Berre ayağa kalkıp başıyla onayladı. "Üyeler arasında daima karşı tarafta olan ve susturulan kişi benim," dedi.
   Söylemese de anlaşılır bir şeydi.
"Herkes aynı şeyi düşünseydi kendi adıma endişelenirdim," derken başımla onayladım ve birkaç detayı daha görüştükten sonra yanlarından ayrıldım.
   Binanın girişine girdiğimde, hâlâ boş olan koridorda tek başına duran sarışın küçük kızı görünce kaşlarımı çatıp yanına yaklaştım. Asil gibi görünüyordu.
Varlığımı hissedip başını siyah ayakkabılarından kaldırarak yüzüme baktığında kaşlarımın tamamen çatıldığını hissettim. Sarı saçları omuzlarına dökülüyordu, sağ tarafında bir tutam, gözlerinin üzerine düşmemesi siyah bir tokayla kenara çekilmişti. Teni güneşte yanmıştı, yüz hatları yumuşak ve sevimliydi. Gözleri garipti. Tıpkı benim gözlerime benzeyen normalde koyu ama ışıkta açılıp buz rengine dönüşen yoğun bir maviydi. Farklı olarak içerisinde yeşil derin çizgiler gizliydi. Göz bebeklerinde kendimi görmeyi bekledim ama oraya yansıyan tek görüntü, tavandaki ışıkların belli belirsiz parlak şekilleriydi. Kızın yüzündeki gülümseme genişlerken pembe dudakları kıvrıldı ve dikkatle üzerimdeki üniformaya baktı.
"Asker misin?" diye sordu yumuşak bir sesle. Gözleri üniformamda asılı safir madalyaya kilitlenmişti. Bu kızın burada olması tesadüf değildi. Eminim bu Doktor'un bana oynadığı oyunlardan biriydi.
"Evet," derken her şeyi akışına bırakıp bütün dikkatimi kızın üzerine verdim. Oyunun ne olduğunu ancak ona ayak uydurarak çözebilirdim.
  Kız başıyla cevabımı onaylarken bakışları üzerimde dolaştı, gözlerinde hayranlık vardı. "Ben de senin gibi olacağım," dedi buruk bir sesle. "Eğitim bittiğinde istediğimiz şey olabileceğimizi söylediler."
Bu cümledeki gizli inançsızlığı sezdiğim anda, kızın ne kadar zeki olduğunu anladım ama aynı zamanda eğitim kelimesini duyduğum anda gelen irkilme hissine de engel olamadım.
  Kız bu kelimeyi, asıl anlamından haberdarmış gibi söylemişti. Eğitim bittiğinde ona asker olabileceği söylenmişti. Aslında bu söylenenlere zerre kadar inanmamıştı, yaşı çok küçüktü ama burada bir şeylerin döndüğünün farkındaydı. Gözlerinden anlaşılıyordu, orada korkunun derin kesiklerini görüyordum. Bir de teslimiyet vardı.
"Buna gerçekten inanmıyorsun," dedim vereceği cevabı bekleyerek.
"İnanmıyorum," diye onayladı, devam etmesini bekledim ama o sustu.
"Neden inanmıyorsun?" diye sorarken alacağım cevabı biliyordum, yine de ondan duymak istiyordum.
   Bakışlarını çevirip etrafa baktı ve kapıları işaret etti.
"İyi bir şey için buradaysak neden bu kadar asker var?" diye fısıldadı. "Askerlere güvenmiyorum, bir yerde bu kadar asker varsa ölüm de vardır," dediğinde damarlarımda kan akışı durdu. Doğru söylüyordu. Kızınki belli bir düşünceydi, belki birkaç olaya şahit olmuştu, oysa benim inancım tecrü-belerimden gelirdi. Tüm kavramlar gibi artık askerlik kavramı da amacını ve işlevini kaybetmişti.
"Askerler kötüyse neden asker olmak istiyorsun?" diye sorduğumda kaşlarını indirdi.
"Kötü biri mi olmak istiyorsun?" derken amacım onu azarlamak değildi, bir zamanlar bu soruyu kendime de sormuştum, vereceği cevabı gerçekten merak ediyordum.
"Ben farklı olurdum."
Başımı yana eğip ona baktım. Başta hepsi farklı olacağını söylerdi ama sonra onlar da diğer herkes gibi oluverirdi. Farklı olmak imkânsız değildi ama emirler gelmeye başladığında diğerleri gibi olmak kaçınılmaz bir şeydi. Bunun kanıtını her baktığımda aynada görürdüm.
Bir an bu kızı kendi küçüklüğümle yan yana koydum. Kızın on yaşındaki hali, benim on altı yaşımdaki halim gibiydi. Demek ki acı insana zamandan ve sayılardan daha çok olgunluk verirdi. Acı tecrübe demekti. Kızın gözlerinden belliydi. Gözler ruha açılan pencerelerdi ve bu kızın ruhu yaşına rağ- men bir yangın yeriydi. Kayıpları vardı, çok fazla kayıp vardı ve kız kaybedebileceği son şeyle birlikte karşımdaydı. O şey hayatıydı.
   Deneylerin istediği de buydu. Halktan tam katılım talep ediyordu. Asiller paraları ve zekalarıyla bu deneylerin yapılmasına destek oluyordu. Genel Bölge'dekiler ise hayatlarıyla.
   Kız yüzüme baktı ve onunla aynı şeyleri düşündüğümü anladı. "Sen de farklısın," diyerek uzanıp elime dokundu, gözlerinde umut belirdi.
O kadar kayba rağmen olmayacağını bildiği bir umudu taşıyordu. Umudun sevmediğim tek yanı buydu. Bazen insanı olmayacağını bildiği şeylere karşı avuturdu. Boş avuntulardansa gerçeği tercih ederdim çünkü insan yeni yolları ancak gerçeği kabullendikten sonra bulurdu. Tabii bu avuntu onun gibi gidebileceği tüm yolları tükenmiş olan insanlar için iyi bir şeydi.
    Aklımı okuyormuş gibi "En azından pes etmeme engel oluyor," diyerek düşüncelerimi tamamladı. "Boş yere ağlamaktan iyidir. Hâlâ ayaktayım, asker olamıyorum ama asker gibi öleceğim."
"Bu düşünceye tutun," derken ona rahatlatıcı bir gülümseme sunmak istedim ama başaramadım. "Bazı durumlarda, insan olduğu değil inandığı kişi gibi davranarak güçlenir. Eğer onlara farkını gösterirsen, belki amacına ulaşabilirsin."
   On yaşında bir çocuk için karmaşık ve uygulaması zor bir öğüttü bu söylediğim. Ama aynı zamanda ölüme mahkûm edilmiş biri için hayatta kalmanın tek yoluydu.
    Başıyla onayladı. Parmakları elimi kavradı. "Üzülüyorsun," dedi. "Burada olanlardan rahatsızsın ve bir şeyler yapacak gibisin, halinden belli. Belki diğerlerini kurtarabilirsin. Doğmamış olanları kurtarabilirsin. İyi birisin."
  "Değilim," dedim düz bir sesle.
    Doktor'un bu kızı özel olarak eğitip karşıma yolladığından artık emindim. Sözleri özenle seçilmişti, benim için bir başka motivasyon güncellemesiydi.
    "İyi biri değilim, sadece diğerlerinden daha iyi amaçlara sahibim."
   "Bizim için arada bir fark yoktur," dedi kız gülümseyerek. Gülümsemesi parça parçaydı. "Garip bir dünyada yaşıyoruz. İyinin ne demek olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama iyilik adına kötü olabilmek de bir erdemdir. Hiçbir kahraman masum değildir."
     Bu söz üzerine kaşlarımın çatıldığını gördüğünde iç geçirip heyecanlı bir şekilde devam etti. Doktor'un bu kız üzerinde ne kadar çalıştığını merak etsem de hiç bozuntuya vermedim.
"Evet, bu senin sözün. Doktor bana seni anlattı. Sana Hera diyorlarmış. Çok ünlüymüşsün. Herkes senin buz olduğunu düşünüyormuş ama kendin olduğunda aslında kalbinde büyük bir ateş taşıyormuşsun," diye fısıldadı ve bana doğru yaklaşıp sırrımı paylaşır gibi "Ateş... Canını yakmıyor mu?" diye sordu.
    Kızın yüzünü ve onu bekleyen sonu düşündüm.
"Yakıyor," dedim. "Ama aynı zamanda hayatta hissetmemi sağlıyor."
  Başıyla onayladı. "O halde ben de Hera değil, Ervin olmak isterdim." Gözleri benim üzerimdeydi. "Bu dünyada yeterince buz var. Ben hepsini eritecek ateş olmak isterdim."
    Arkadan bize doğru yaklaşan Doktor kızı duyduğunda gözleri kısıldı ve ona doğru eğilip "Kendin olmaya ne dersin Serra?" diye sordu.
Kız umursamaz bir tavırla omuz silkip "Zamanım olursa neden olmasın?" dedi ve adam bana başıyla kısa bir selam verdikten sonra kızla birlikte kapılara doğru ilerdi.
    Kız göz önünden kaybolmadan önce dönüp son kez gözlerime baktı. "Elveda Ervin," diye bağırdı tüm gücüyle. Sesi boş koridorlarda yankılandı.
Arkasından gidişini izlerken aklımda tek bir cümle vardı.

Umarım çabuk ölürsün.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Jan 01 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

2417  Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin