Bölüm 3 Acıların Paramparça Olan Yansıması

211 75 13
                                    

Sonunda gelmişti ormanın koruyucusu niteliğinde duran hayaletine. Kapıyı kilitleme gereği durmazdı çoğu zaman. Çünkü bilirdi ki kimse girmeye cesaret edemezdi bu korkunç kulübeye. Zaten kim vardı ki burada ondan başka . Bir turist, belki kamp yapmaya gelen bazı maceraperestler ve tabi ki kulüpesine en yakın ev olan langdonların esrarengiz araştırma alanı. Evine girdi usulca, yine hatırlamıştı işte... Altıncı halfa ,başka bir deyişle yapbozun son parçası ne zaman gelicekti ki acaba? Ne zaman kurtulacaktı sırtındaki tamburdan, teslim etmesi gereken yükten? Bunları düşünerek kendini kulübesindeki tek koltuğa bıraktı ve kollarını yanındaki dolaba uzatarak rafta duran mektubu aldı. Yıllar önce Doktor Sam Londong tarafından babasına verien ve babasından Muhammad Cabbar'a geçen bazı gizemli eşyalardan yalnızca biri. Mektuba bir göz attı ve görevini tekrar zihnine kazıdıktan sonra her tarafı yamalı koltuğundan kalktı. Tam karşısında dıuran yatağına doğru birkaç adım attı yaşlı bedeni. Demirden yapılma paslı ranzanın üzerine örtülen kalınca bir battaniyenin sıcaklığına bıraktı kendini. Başını yastığa koydu ve yine daldı uzaklara çok uzaklara... Altıncı mirasçının gelişini bekleyip ona gerektiği kadar yardımcı olma görevini devralan Muhammad, bir kez daha kapattı gözlerini son mirasçı gelmeden.

Salvador, okul kıyafetlerini giymiş, okula gitmek için hazırdı artık. Kapıdan çıkmak üzereyken, annesinin elini omzunda hissetti birden. Arkasına döndüğünde olan öğle vakti buğulanan gözlerin yerine canlılığı ve neşesiyle ön plana çıkan bir çift gözle karşılaştı. Annesi , ona tüm sevgisiyle sarılırken o da karşılık verecekti.

Bu sefer buğulanan gözeler Salvador'a aitti. Annesi, bir daha onu ne kadar çok sevdiğini dile getirirken aynı sözleri yansıtıyordu Salvador'un dudakları da. Aralarındaki sevgi seli Salvador'un: "Gitmeyelim, anne " sözleriyle son buldu. Annesi, onu onaylama anlamında başını sallarken son öpücüğünü da alnına kondurdu ve az önce Salvador'un omzuna uzattığı elini şimdi kapını koluna uzatıyordu. Salvador, kapı eşiğinden ayrılırken aklında tomurcuklanan tek düşünce okul çıkışı arkadaşlarıya gezeceği samimi anlardı. O, bu düşüncelerden uzaklaşırken tek katlı ahşap evin görünüşünden annesinin yüreğine ise onun için çizilen geleceğin farkındaymış gibi heyecanla atıyordu. Bu heyecanı gözlerinden süzülen iki damla gözyaşı izleyecekti.

Salvador okula geldiğinde ders zilini çalmasına epey bir zaman vardı daha... İçeri neşeyle girdi, arkadaşlarını selamladı ve onun için ayrılan sıraya oturdu. Çantasını sıraya emanet ettikten sonra arkasına döndü. En yakın iki arkadaşı Dimitri ve William ile derin bir sohbete daldı. Bu sevecen konuşmalar okul çıkışı yaptıkları gibiydi tıpkı. Üç arkadaşın birbirlerine anlatmaları gereken o kadar çok anıları ve konuşulacak konuları vardı ki bitmek bilmiyordu. Bazen korkunç hikayeler, bazen o an renkli beyinlerinde kurguladıkları ilginç anılar ve kimi zaman da birbirlerini korkutma amacı gittikleri bu kasabaya ait geçmişle yaşandığını söyledikleri hikayeler... Bu üç afacan beyin bir olunca her şey yeniden yapılandırıyor ve şekilde değiştiriyorlardı. Yine tıpkı böyle bir sohbete, dalmış okul bahçesindeki ağaçların dallarında küçük cinler olduğunu söylüyor ve bunu inanılmaz bir gerçeklik payı bırakarak anlatıyorlardı. Öyle ki, ders zilini çaldığını unutmuş ve Bayan Mary'nin sesiyle irkilmişlerdi. Daha ilk dersten öğretmeni kızdırmak hoş olmayacaktı elbette. Tam gün bunu acısını çekecekler ve koca bir ödevle başbaşa bırakılacaklardı.

Salvador, o günün nasıl sonlandığını anlayamamıştı. Şu anda Dimitri ve William ile eve doğru yürümeye başlarken fark edecekti bunu. Ama uzun sürmeyecekti. Çünkü konuşmaları gereken önemli konular vardı. Dimitri, yaşıtlarına göre iri yarı, güçlü, beyaz tenli, kızıl kıvırcık saçlı bir çocuktu, William ise onun aksine cılız, siyah saçlı, yaşıtlarına göre biraz kısa boylu, beyaz tenli ve gözlüklü bir çocuktu. Salvador'a gelince yaşıtlarına andıran ne uzun ne kısa boylu, zayıf, esmer tenli ve kahverengi andıran saçlara sahipti. Ama bu üç arkadaşın en belirgin ortaklıkları aşırı meraklı olmalarıydı. Konuyu William başlattı: "Arkadaşlar şu ilerideki ağaçlıkta yaşayan Bay Jonhson adlı ihtiyar biri varmış. Duduğuma göre, geceleri mezarları acıyor ve ölülerin kemiklerinden bazılarını alıp evine getiriyormuş. Onları duvarlarına astığı ve onlarla çeşitli büyüler yaptığı söyleniyor." Dimitri, o adamın bir canavar, Salvador ise kanlı bir vampir olabileceği konusunda fikir yürüttüler. Bu konuşmalarla beslenen ve kısalan yerinde bir gezintiden sonra hepsinin yüreğinde Bay Johson merakı doğmuş şekilde evlerine dağıldılar. Salvador, koyu kahverengi dış görüntüsü ile göz dolduran evlerini görene kadar bile Bay Johnson adlı sözde vampiri düşünecekti. Eğer kendisi de bir vampir olsaydı kötüleri alt eder ve yeryüzünde kötülerin nefes aldığı tek hakimiyet onun olurdu. Kim bilir belki bir gün gerçek olacaktı hayali... Bu düşüncelerin esir aldığı Salvador eve doğru yürümeye devam etti.

Bayan Langdon , yavaşça kalktı oturduğu üç kişilik deriden yapılma kırmızı rengin canlılığında kendini bulan kanepeden. Hmemn ilerisinde duvara sırtını yaslayıp onu gözlemleyen dolaba içinden gelen bir sese boyun eğerek ilerledi. Eğildi dolabın yanına varınca. Yüreğinde buruk bir sevinç vardı sanki. Dolabın en alt bölmesinin kilidine uzattı elini. Boşta klan eliylede kapaklı kolyesıini avuçladı. Az sonra son verecekti , kolyesinde sakladığı ufakça bir anahtarla kilidinin egemenliğine son verdi ve özgür bıraktı yıllardır açılmayan dolabın kapaklarını ilk başta kulak tırmalıyıcı bir gıcırtıyla başladı dolap kapaklarının Güneş ışığını almaya başlaması. Tamamen açıldığında ise Bayan Langdon'un gözleri uzun zamandır görmediği birkaç mektup ve üzeri örtülü bir cisim fark etti küçük altın rengi bir okun yanı sıra. Sıradaki hamleyi yapan Bayan Langdon'un eliydi. Aldı o üzeri örtülü cismi ve hışımla kapttı dolabın kapağını. Sonra tekrar kilidin esareti altında bıraktı dolabın en alt bölmesini. Anahtar da hemen ardından daha az önce bile barındığı kolyeye haps oldu. Ayağı elindeki örtülü cisim ile beraber kalktı Bayan Gabriell Langdon. Onu göğsüne bastırdı ve koşar adımlarla dış kapıya yöneldi. İçindeki anlam veremediği karmaşık duygular yüreğini esir alıyordu. Sanki uzun zamandır varolmasını istediği ama bir türlü yapamadığı bir duygu kaplamıştı içini. Kapının eşiğinden bahçeye inerken ise yabancı olmadığı başka bir duyguya yenik düştü. Toprak ananın kucaklayıcı duygusuna... Kendini inanılmaz özgür hissediyordu şimdi. İlerideki yaşlı çınara ilişti gözleri. Ona doğru koştu sevinçler ve üzeri örtülü cismi Güneş'in ışıklarıyla bir araya getirme zamanın geldiğini fark etti. Örtülü cismin üzerinden büyük bir zevkle çekince gözleri kamaştı birden. Çünkü; Güneş ışığı elindeki ayndan yüzüne yansımıştı Gabriell'in. İçinde müthiş fırtınalar kopuyordu bu kez. Neler oluyordu Gabriell'e? Aynayı hemen önünedeki ağacın ona doğru sarkan dallarından birine emanet etti. Şimdi elleri boştu; ama içinden geçen inanılmaz duygu karmaşalarını, işte o duyguları tarıfe imkan yoktu. Gözlerini dalda idamlık bir mahküm gibi sallanan aynaya dikti. İçini korku bürdü birden. Kaç zaman olmuştu aynaya bakmayalı kim bilir. Kendini tanıyamadı önce. Saçlarına hucum eden henüz birkaç tele, sanki her an buruşup yok olacakmış gibi duran ama buruşmamak için Gabriell'e son bir şans veren yüzüne şaşkınlıkla baktı. Bunkarın dışında yıllardan gelen özlem ve acıların hafif tebessümü vardı yüzünde. Yıllardır yaşadığı zorluklar el sallıyordu ona kendi simasından. Profesör Lee, gittikten sonra sakladığı ve o günden bu yana hiç bakmadığı aynayı niçin bugün getirmişti? Kocasının en çok nefret ettiği nesneyi başlamış mıydı yani? Yine karmaşık hisler teslim aldı. Neden nefret etmişti ki Lee aynalardan? Sadece yılların etkisini gösterdiği için mi? Hayır, hayır aynayla küskünlüğü bitirmek demek ona her baktığında Lee'yi hatırlatacak ve daha da kötüsü ani gidişini yutkuna yutkuna bir daha anımsamak demekti. Ama öbür yanı da altı üstü aciz bir aynanın ona ne kadar acı verebileceğini sorguluyordu. Bu çelişki haline daha fazla dayanamadı Bayan Langdon'un yüreği. Dalda ona acılarıyla el sallamakta olan aynaya kuvvetli bir yumruk indirdi, kendini rahatlatarak. Aynanın, parça parça olup da toprak anaya yaptığı yolculuk Bayan Langdon'un hafızasında kare kare yer ediniyordu. Sert bir yumruk ve sonra paramparça olan acılarının yansıması şimdi toprağın üzerinde zarasız bir şekilde yatıyordu. Evet, masum bir edayla yerde duruyorlardı işte. Güneş'in ışıklarını yansıtıyor ve Gabriell'in gözlerinde acı hissine sebep oluyorlardı sadece. İşte yine zarar veriyorlardı ama Gabriell'e. Parça parça olsalar bile onlar yine yapmaları gerekeni yapıyordu işte. Böyle düşünüyordu acıları yüreğini siper eden cesur Gabriell. Toprağın kucaklayıcılığı yeniden onu düşündürmüştü. Herkesi kabul edebilen bir varlığı kim reddedebilirdi ki? Teslim olmuyo muydu tüm varlıklar onun şefkatine? Bayan Langdon, daha fazla dayanamadı ve tıpkı az önce toprağa düşen acıları gibi o da yığılıverdi toprağa. Sırtüstü düşen Gabriell iyi hissediyordu kendini şimdi, acıları ile iç içe olsa bile. Toprak nanın bağrında güvendeydi artık ve Marley gelip patronunun yerde baygın bir halde sırtüstü yattığını görüp onu eve taşıyana kadar da güvende olacaktı...


Karanlığın Kalbi 6 HalkaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin