01

84 10 0
                                    

7 yıl sonra...

Romanya...

Kaçışının en yeni durağıydı burası. Sevmişti. Avrupai havasının yanında oryantalist bir dokusu da vardı. Efsaneler ve mitlerle yaşıyordu. Sanıyordu ki buradan oldukça ilham alacaktı.

Çizgi romanları sevilerek okunuyordu Aiden'ın. Lüks olmasa da rahat bir hayatı vardı. Özgürdü.

Kendi vatanına girmesini yasaklayan bir özgürlük... Evini, bedel olarak ödediği bir özgürlük...

Yine de ona ait bir özgürlük... Kimsenin vermediği, kendisnin kazandığı bir özgürlük...

Meşhur Kazıklı Voyvoda'nın, Dracula'nın evi kabul edilen şatodan çıkmıştı az önce. Müthiş bir deneyimdi.

Bir sonraki serisi için kaynak olabilecek birçok çizim yapmıştı. Böylece havanın ne kadar karardığını fark etmemişti. Son tur otobüsü de bir saat evvel kalkmıştı saatine göre. Yürüyerek kasabaya inebilir, oradan da taksiyle yoluna devam edebilir, ya da o gecelik kasabada kalabilirdi.

Sadece uzun bir yürüyüş yapması gerekiyordu.

Patika yoldan aşağı indi. Yolun yarısında dönüp ardına baktı. Heybetli şato sislerin içinde daha bir gizemli, daha bir keşfedilesiydi şimdi.

Göğsünün derinliklerinden yükselen ilhamı bu seferlik durdurması gerekti. Orada durup çizim yapacak vakti yoktu. Ama telefonunu çıkarıp birkaç resim çekti. Sis tepeden, patika yolun içinden geçtiği ormana varmadan, kasabaya ulaşmalıydı.

Ormana sisten önce ulaşmıştı. Seri adımlarla ilerledi. Ay dolunaydı. Az ötede, gözünün alabildiği yere kadar çıplak ama tepelerinde yeşil yaprakların süslediği dalların olduğu belli belirsiz fark edilen çam ağaçlarının arasından sızmaktaydı ışığı. Patika yol belirsizleşmişti. Görünen oydu ki, insanlar ormanın etrafından dolanmayı tercih ediyorlardı. Ama Aiden'ın o kadar vakti yoktu.

Aşağı doğru, dümdüz ilerlemeye devam etti. Kaybolup kaybolmadığından emin değildi. Tüm ağaçlar benzerdi. Paniğe kapılmadan hemen önce durup bir an soluklandı. Dinledi. Hiçbir vahşi hayvanın sesi gelmiyordu. Bir baykuş dahi ötmüyordu.

Baykuşlardan korkmazdı.

Ama sessizlik...

Dönüp geldiği yolu kolaçan ettiğinde sisin ona yetiştiğini fark etti. Nefesi daralıyordu. Kalp atışları hızlanmıştı. Yoluna devam etti. Arkasında beliren sisin tek iyi tarafı doğru yönde hareket ettiğini anlamasını sağlamaktı.

Aniden çıtırtı sesleri duydu. Bu onu bir an rahatlattı. Sesin kaynağını ne yöne ait olduğunu bulmak için durdu, dinledi, gözledi. Ama sonra, sesin bir ayı ya da bir kurda ait olabilecek kadar gürültülü olduğunu fark etti.

Sesler arttı, yakınlaştı, yükseldi.

Kaçmak için yoluna geri döndüğünde ise sis onu bulmuştu.

Sesin ne yönden geldiğini anlamaya çalışırken vakit kaybetmiş, yönünü şaşırmıştı.

Panik onu buldu. Basık, kapalı bir alanda kalmış gibi gerildi. Kapalı alan korkusu yoktu ama hoşlanmazdı.

Babası, hoşlanmadığı fikirlerinden kurtulması için büyükannesinin ceviz ağacından yapılma sandığının, iyi bir düşünme yeri olduğuna karar vermişti zamanında çünkü.

"Dışardasın.", diye hatırlattı kendi kendine. "Ormandasın, hatırladın mı? Bak, istersen sisi bir tül perde gibi hissedebilirsin parmaklarında! Ormandasın ve korkman gereken bu sıkışık bunalmışlık değil, az önce sesini duyduğun yırtıcı hayvan!".

Cesaretini toplayınca tekrar yürümeye başladı. Ne yöne gittiğinden habersizdi. Sesler kesilmişti. Ayaklarının altında ufalanan kuru yapraklar dışında hiçbir şey duymuyordu.

Ayakkabıları, ormanda böylesine vahşi bir gezi için tasarlanmamıştı. Kaymaya başladı. Dik bir yokuşta filan değildi. Ama yerdeki pürçük yığınlarının üzerinde sabit durmak, oldukça zorlaşmıştı. Azıcık bir eğimde hemen dengesini kaybediveriyordu. Bu da hızının kesilmesine neden olmuştu.

Bir uluma duydu. Gözlerinin yeşili koyulaştı. Korku bedenine sızarken panik bu defa onu tamamen ele geçirdi. Kaygan zeminin tehlikesine rağmen adımlarını hızlandırdı. Ne ulumanın nereden geldiğine dair fikri vardı ne de şu an nereye gittiğine dair. Belirsizlik ve bilinmezlik hızla umutsuzluğa evrildi. Uzun, kıvırcık saçlarından bir tutam, zaten kısıtlı olan görüşünde, kirpiklerini yalıyordu.

Kaydı.

Tek omzunda asılı taşıdığı çantası bir yerlerde düşüp kalmıştı.

Her yerine batan çam iğnelerini hissetti. Bir ağaca çarpıp durmaya bile razıydı. Ama o kadar engelsizdi ki yuvarlandığı güzergâh!

Uzanıp tutunmaya çalıştı. Her hangi bir şey! Ne olursa! Yoktu!

Derken bir şeye çarptı.

Hayır, bir şey ona çarptı.

Can havliyle tutundu. Duyduğu acı ulumaya, parmaklarının arasında hissettiği tutam tutam tüye aldıracak kadar bilinçli değildi hareketleri. Neye sarıldığını idrak edemeyecek kadar korkuya teslim olmuştu. Ne kollarından kurtulmak için sırtını yarıp geçen pençeleri duyumsuyordu (eh, pürçükten başka ne olabilirlerdi ayrıca), ne de yanık et kokusu.

Sırtı bir ağacın pürüzlü gövdesine çarptı, belinden bazı sesler geldi, acıyla geriye attığı kafasını bir yere vurdu. Kendinden geçmeden önce ne zaman kapattığını bilmediği gözlerini açtı. Baygın bakışlarının arasında önce bir çift köpek kulağı gördüğünü sandı. Birkaç göz kırpması ardından da simsiyah saçlar. İki olasılığı da değerlendiremeden kendinden geçti.

Hatırladığı son şey ise yanık et kokusuydu.

                                                                      Ω

On iki yaşındaki bir Pazar gününün hatırasıydı bu. Babası görevde değildi, komşular çağrılmıştı ve mangal partisi yapıyorlardı. Annesi hayattaydı. Kendisininkilere eş, yeşil gözleri ona büyük bir sevgiyle bakıyordu. Üzerinde çiçekli elbisesi, onunkilerle aynı renk fakat düz saçları, omuzlarından taşarken, boynunda, ona da annesinden kalma kolye sallanıyordu. Kocaman bir kar tanesi şeklindeydi ve tamamen gümüştü.

Yüzünde hiçbir kederin silemeyeceğine inandığı büyük bir gülümseme vardı.

Eline tutuşturulan tabaklarla dışarı, arka bahçeye koştu. Yanık et kokusu boğazını yakıyordu.

Oynaştı kirpikleri. Uyandı.

Hala geceydi ama sis gitmişti. Ay, bir spot ışığı gibi tam da bulunduğu yere düşmekteydi. Ayaklarını oynatabildiğini fark ettiğinde sevinmişti, bu belinin kırılmadığı anlamına geliyordu. Fakat kolundaki acı müthişti. Bakacak cesareti yoktu ama o kesin kırılmıştı. Sol ayak bileği de acıyordu ama katlanılmaz değildi. En azından koluyla kıyaslandığında... Çok çok burkulmuştu.

Sırtı yer yer sızlıyordu. Ayrıca ürperiyordu da. Muhtemelen üzerindeki haki renk gömlek yırtılmıştı.

Kalkıp gitmeliydi.

Ama öylesine zor geliyordu ki...

Ölecekti. Kalırsa kaçarı yok, ölecekti. Bir an önce o ormandan çıkmalıydı. Ama takati yoktu.

Bundandır ki yaklaşmakta olan ayak seslerini duymamıştı.

Bilincini biraz daha toplayabildiğinde konuşmalar işitti. Anlamıyordu. Şu an anadilinde konuşsalar da anlayacak durumda değildi fakat yabancı bir ülkede olduğu göz önüne alınırsa bu durum oldukça normaldi.

İyi yanından bakmak gerekirse, kurtulmuştu. Birileri onu bulmuştu ve az daha hayata tutunabilirse yaşayacak, kurtulacaktı.

Oysa onu bekleyen şey kurtuluş değildi.

En azından umduğu türden bir tanesi...



Önümüzdeki Salı görüşmek üzere efendim...

RENAISSANCEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin