Güneşin özgürlüğüme ilk doğuşunu izliyordum, sert soğuğu yarıp bana ulaştıklarını hayal ettim ışınlarının. Beni günahlarımdan arındırdığını, kutsadığını hayal ediyordum. Soğuk vücudumu uyuşturmuş olsa da, özgürlüğün verdiği sıcaklık aralık ayının ortasında bana ısınmak için yeterliydi.
Kafamda çalan özgürlük şarkılarını susturamıyordum, susturmak gibi bir niyetim de yoktu. Umutluydum, umut etmeyi ve umut dolu olmayı seviyordum. Umutlarım, hayallerimdeki mutlu gençliği vadediyordu bana. Oysa hayallerimi de öldüğüm gün boş mezarıma gömmüşlerdi.
Yeniden doğmuştum, ay ışığı altında, elimde kanlı bir bıçakla doğmuştum. O gün, hiçbir zaman varlığını varsaymadığım Tanrı'yla iletişime geçmiştim. Bana güç vermesini, ruhumu serbest bırakmasını dilemiştim. Özgür bir ruhtum şimdi, güneşin doğuşuyla beraber süzülüyordum sokaklarda. Tanrı yıllar sonra hatırlamıştı bu ölü ruhu.
Hatırlanmanın, yeniden doğuşun verdiği bu eşsiz hiss içimde dolup taşarken ihtişamlı restoranın önünde durdum. Karnım içeri girmem için bana sinyal veriyordu. Umursamadan içeri girdim, hiçbir şey kaybetmeyecek, attığım her adım için cezalara maruz kalmayacaktım nasıl olsa. İçeriye girdiğim zaman beni saran hoş koku ağzımı sulandırdı, kendime gülmeden edemedim. Hem çok özgür hissediyordum, hem de buraya ait olmayan bir yabancı gibi. 'Senin yerin kendi çöplüğün' diyordu kafamın içindeki sesler bana, ama artık benliğimin sesi ondan daha da yüksekti, kulak vermeyecektim ona.
Güzel manzarası olan bir pencerenin önüne geçtim, menü ve ortama dikkatlice baktığımda zengin bir mekana denk geldiğimi yeni farketmiştim. Fakat her şeyi boşverdim, bir günlüğüne hakettiğimi almak, yediğim damgaları atmak istedim üzerimden. Sadece bir kaç saat de yeterdi, yaşamadığım çocukluğumu özetlemek için. Bir kaç saatliğine küçülmek istedim, çocuk olmak istedim.
Yarım saat sonra önümde şahane tabaklar vardı, yüzümde de bir gülümseme. Hayatım boyunca içten gülümsediğim tek gündü bugün. Tabaklara baktım tek tek, neredeyse tüm tatlıları sipariş etmiştim. Belki de hepsini yiyemeyecektim, ama içimdeki küçük çocuk doyacaktı gördükleriyle. Sıcak yemeklerin keyfini çıkardım, aynı zamanda da beynim sürekli uygulayacağım planı tazeleyip önüme koyuyordu. Bu daha çok düşünmeme sebep oluyordu, araştırmama, çıkış yolları bulmama ve hayatıma devam etmeme.
Choi Seungcheol'u iyi tanıyordum, büyük ihtimalle televizyon izleyen herkes tanırdı onu. Yaptığı sayısız yatırımlar, iyilikler, başarılar ve zengin bir aileden gelmenin getirdiği şöhret onu ünlendirmişti.
Tanrı'yı andıran bir yüzü vardı, bir de canından çok sevdiği, ailesi bildiği bir ekibi. Çok fazla hayranı vardı bu yüzden, kimse onun ne tür tehlikeli işlere bulaştığını, nelerin altından kalktığını ve omuzlarındaki yükün ağırlığını bilmiyordu. Bilselerdi, hâlâ genç kızların hayallerini süsleyen, iyi yürekli prens olarak kalmazdı.
Gerçi, ben de onu tam bir prense benzetiyordum. Özellikle, küçükken Taeyeon'un bana anlattığı, beni kurtaracağına inandırdığı prense. Hâlâ Taeyeon'un neden bana böyle bir hikaye anlattığını çözemiyordum, her hikayenin altında bir gerçek yattığını söylese de, mantıksız geliyordu bana.
Yine anılar zihnimde dolanmaya başladı, iştahım tamamen kaçmıştı. Hatırladığım için nefret ettim kendimden, yine kaderime sürükleniyordum.
•••
"Canım, Jeonghan... Ağlama bebeğim."
Ailesinin olmadığını düşünen 10 yaşında bir çocuk için terkedildiğini, tercih edilmediğini, sevilmediğini öğrenmesi ne kadar büyük bir acıydı? Peki, babasının onu ölü olarak göstermiş olmasını atlatabilir miydi? Kaderin açtığı bu yaralar nasıl kapanacaktı? On yaşında bir çocuk için fazla değil miydi bu kadar eksik, ezilmiş hissetmek?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Carmen
FanfictionErkekler, kızlar, herkes sever Carmen'i, kocaman gözlerini kırpıştırdığında, insanın karnında kelebekler uçuşur. 10.06.23