Bir tablo canlanıyordu gözlerimin önünde. Ressamın son kalan boyalarıyla yaptığı, karalamak amaçlı, bıkkın ve en cansız renklerin dans ettiği, muhtemelen bir köşeye fırlatılacak, yıllarca tozlanıp renklerini kaybedecek olan o tablo.
Tabloda bir nehir var, suyu bulanık olan ve de bir ağaç var köşesinde nehirin. Gözyaşlarından bir nehir ve nehirin durgun sularının üzerine tek tek kopup düşen umut ağacının renklerini kaybetmiş yaprakcıkları. Suyun akınıyla kendi yolunu bulduğunu sanan, fakat yokuş aşağı boşluğa akıp giden, ağacı terk etmesi gereken o istenmeyen küçük, sarı yapraklar. Bunlar kendime benzetmekten alıkoyamayacağım şeylerdi.
Her seferinde ellerim altında yuvarlanan küçük umut parçacıkları ve onlara beslediğim büyük gelecek arzusu yıkılışın eşiğine gelene kadar savaşırdım tüm gücümle. Fakat yıkıldıktan sonra, gösterdiğim çabalar görünmezdi kimseler tarafından. Sanki öylece var olmuş, sevgiyle büyütülmemiş, uğruna hayatlar göz önüne alınmamış gibi, kendi kendini yaratan ve yok eden umutlarmış gibi. İçinde insani hislerin kırıntılarına dair izler yokmuşcasına kenara itilmiş, kırık umut parçacıkları.
Alev kıvılcımları gibiydiler düştüğü yeri yakan, parçalara ayrılmanın yarattığı müthiş öfkeyle ateşe veriyorlardı etrafı. Boğazında düğümlenen sözcüklerin yığınıydı bu kırılgan umutlar, avuç içlerinden akan soğuk terdi, afallatan bir boşluktu içine düştüğün, üzüntünün getirdiği içler acısı öfkeydi. Hepsini doğuran şeyin başlangıcıydı umut, sayesinde var olduğun ve yokluğunda kaybolduğun.
İçimde çiçekler açardı bazen umut ettiğimde, hayata karşı sevgi doluyordum, güzel hissediyordum kendimi. Bana ait olmayan benliğim ve kirli vücudumla beraber ben yalnızca umut ederken güzel hissediyordum. Fakat bu sadece küçük bir zaman dilimiydi, gelip geçici, ellerim arasından kum taneleri gibi birer birer akıp gidiyormuşcasına kısıtlıydı diğer her şey gibi umutlarım da. Zira onları yeşertemeden toprağa gömmeye öylesine alışıktım ki, halen sonunu ezbere bildiğim bu tiyatro oyunumda tekrar tekrar baş rölü oynamaktan çekinmiyordum.
Ciğerlerim nefes aldığım odanın rütubetli havası nedeniyle acıyordu, fakat bu benim umrumda dahi değildi. Karşımda böyle bir manzara varken dizlerimin bağı çözülmüştü çoktan.
Sırtımdan akan ve tüylerimi ürperten o soğuk ter damlalarının sırtımda nasıl yol çizip gittiğini hissediyordum, her şey bir sanrı gibi geliyorken zemin ayaklarımın altından kayıyordu sanki."Sen..."
Kanlı yüzünü bana döndürdü, tüylerimin tek tek ürperişini hissettim bu bakışların altında. Boğuk mırıltıları ve parçalanmış cümleleri boğazından gelen hırıltılara karışıp yok oluyordu.
Yerinden fırlayacak gibi atan kalbimin üzerine koydum iki elimi birden. Sözcükler boğazımda tıkanıp kalmış, duyma yetimi kaybetmiş gibiydim.
"Senin aracılığınla bizi takip etmiş anlaşılan."
Seungcheol'un sesi beynimdeki milyonlarca sesin arasına karışırken yutkundum. Konuşmak ve söylemek istiyordum, ama ağzımı açacak cesaretim bile yoktu.
"Onu tanıyorsun, değil mi?"
Seungcheol adamın çenesini sertçe kavradı, çabasızca yukarı kaldırdı yüzünü ve bana döndürdü. Midem bulandı, kanlı yüzünün ardındaki o iğrenç suretini tekrar görmek zihnimi bulandırdı. Bu yüzü ne kadar fazla gördüğümü hatırladım, nasıl gördüğümü hatırladım en son. Her hatırladıklarıma bir göz yaşı hediye ettim, gözlerini gözlerimden ayırmadığı her salise için kalbim bir damla kan kaybetti. Kan damlayan gözleri vahşicesine turladı her santimimi, hissettiklerimle acımı yere göğe sığdıramadım o an. Daha fazlası mümkünmüş gibi sığındım arkamdaki duvara.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Carmen
FanfictionErkekler, kızlar, herkes sever Carmen'i, kocaman gözlerini kırpıştırdığında, insanın karnında kelebekler uçuşur. 10.06.23