bir

476 42 17
                                    

hueningkai'den

yavaştan yağmur çiselemeye başlıyor şimdi. yağmur bulutları kasvetli bir hava yaratıyor. sırtım okulun duvarına yaslı, bahçede arkadaşlarımı bekliyorum. herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor. kimi evindeki sıcak yemeği özlemiş, kimi kütüphaneye gidecek, kimi yağmura yakalanmadan evine varmanın derdinde. ben ise kendi amacımı bilmiyorum. okulla ev arasında mekik dokurken hiç düşünmüyorum yarınımı. düşününce de böyle içinden çıkılmaz bir hâl alıyor işte.

kim için yaşayacağım ya da kimi yaşatacağım? neyi arayacağım veya neyi bulmam gerek? ne için savaşacağım, elde etmem gereken şey ne? hayatın bilinmezliği içinde kendimi bulmaya çalışırken sanki günden güne daha da uzaklaşıyorum.

bir süredir böyleydim. kendimi değiştirmek, düzene ayak uydurmak, insanların arasına karışmak için ördüğüm duvarlar birer birer üzerime yıkılmıştı. şimdi geçmişin keşkeleri eşliğinde tırnaklarımla kazıyarak çıkmaya çalışıyordum enkazımın altından. beni yoran da buydu, sanırım insanı en çok yoran kendiyle yaptığı savaşlardı.

ama geçmişe dönsem, pişman olacağımı bile bile tekrar aynı hataları yapardım. bunun için bir bahanem de yok. çünkü ne söyleyecek sözüm, ne de canla başla savunacağım inançlarım yok. vazgeçecek hiçbir şeyim yok. insan acısıyla tek başına kalıp, elinden tutup onu kaldıracak birini etrafında bulamayınca ve düşüncelerinden kaçma isteğinin üstesinden gelmeyi öğrenince, geriye öğrenecek pek bir şey kalmıyor.

insan dünyası böyledir. bir tane kötü ve bir tane iyi vardır. hayat bazen sana bu ayrımı en az hasarla öğretir, bazen de kafana vura vura ezberletir. zamanla alışırsın ve düzene uymayan farklılıkları yadırgarsın, güneş gözünü acıtıyor diye gölgeyi savunursun.

"hyuka!" uzaktan bana seslenen arkadaşımla kendi dünyamdan sıyrılıp gerçekliğe döndüm. bugün bara gidecektik. daha doğrusu bar denemezdi, eski bir yerdi. pek gelen gideni de olmazdı. eve gidip gelirken birçok kez önünden geçsem de hiç içeri girmemiştim. ara sokakta, fazla güneş almayan ücra bir köşede kalıyordu.

"naber?" dedi kolunu omzuma atarken. ben ise refleksle dudaklarımı yukarı kıvırıp "iyi senden?" diye yanıtladım, iyi olduğumdan falan değildi yani.

soobin çocukluk arkadaşımdı. zaman yüzünden açılan aramız üniversitede karşılaşmamızla kapanmıştı. taehyun ve arin'le de aynı sınıftaydık. günlük muhabbetler dönerken bir yandan da bara ilerliyorduk. zaten bulutların kararttığı gökyüzü, gecenin etkisiyle siyaha çalıyordu. arkadaşlarıma ayak uyduran bedenimden ziyade eve gidip derin bir uyku çekmek, sıcak bir duşa girip kendimi hayat telaşından bir süreliğine saf dışı bırakmak istiyordum. ama yürüdüm. durmadan, sızlanmadan, tereddütümü belli etmeden devam ettim.

yol sonunda bitmişti ve bar tam karşımızda duruyordu. içeri girmeden ufak bir "nereye otursak?" tartışması yaşanmıştı. konudan bağımsız kalıp duvarı kaplayan camdan içeri baktım. sanatçı için ayrılmış alanın dışında içeriye altı tane masa sığmıştı. büyük odayı aydınlatan sarı ışık ortamın havasını fazlasıyla boğuklaştırmış olsa da sevmiştim bu hissiyatı.

daha sonra derin bir nefes aldım, adımımı öne attım ve barın eski kapısını araladım.

                                          🐇
bu ve sonraki bolumde hyuka ve yeonjun'un ic dunyasindan bahsedecegim. umarim sıkılmazsınız cunku olaya girmeden once biraz karakterleri tanimanizi istedim.

perdeler kapansın, bu ev güneş sevmiyorHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin