Stajyerler öğle yemeklerini bitirip gitmişlerdi saat 1 olmadan. Seni daha fazla görmemek için telefonum çalıyormuş gibi yapıp mutfağa kaçmıştım. Önce Gahyeon, sonra da Dong noona gelip sorunun ne olduğunu sordu.
"Lisedeki sevgilim o," diye tek cümleyle açıklayabilmiştim Gahyeon'a düzensiz nefes alış verişlerimin arasından. Gahyeon inanamamış gibi gözüküyordu. Haklıydı. Ben de inanamamıştım. Yanlarına dönmesi gerektiği için pek konuşamadık, sonra da gittiler zaten. Onlar gittikten sonra Dong noona geldi. Ona bir şey demedim. O da üstelemedi. Bütün gün mutfakta saklanmama izin verdi.
Mutluydun işte, mutluydun. Niye mutluydun ki? Niye benim gibi donup kalmadın ki? Niye sanki görmeyi çok istediğin, uzun zamandır hasret kaldığın biriymişim gibi neşeyle söylemiştin ki adımı?
Yedi sene iki bin beş yüz elli altı gün eder. Ne çok zaman geçmişti... Ne diye şimdi çıkıp gelmiştin? Gelmemeliydin. Git, git, git ne olur... Böyle mutlu olacaksan git. Gözümün önünde bu kadar iyi olma.
Başımı öne eğip saçlarımı sıkıca tuttum. Sözde mutlu olmanı istiyordum, değil mi? Sana düşündükçe acı veren biri olmaktan korkuyordum. İstediklerim oldu işte, niye bu kadar kötü hissediyorum? Niye dünyam başıma yıkılmış gibiyim?
Hazır değildim, ondan. Hazır olsam böyle hissetmezdim. Sen beni aşıp hayatına kolaylıkla devam edebilmiş olabilirsin ama ben öyle yapamadım. Yapabilseydim şimdi ben de seni gördüğüme mutlu olurdum. "Soobinie!" diye seslenirdim, "Uzun zaman oldu!"
Sonuçta biz lise aşkıydık. Lise aşkları salakça olur. Bu yüzden sonrasında kimseye bir şey ifade etmezler. Ne diyorum bilmiyorum. Lütfen sen böyle şeyler düşünmüyor ol.
"Yeonjun, saat altıyı geçti bile. Hadi çık artık," Gahyeon ne ara gelmişti? Saati kontrol ettim, doğru söylüyordu. Son kez derin bir nefes alıp ayağa kalktım. Kapıda durmuş endişeyle bana bakarken peçete uzatıyordu. Peçeteyi alıp sağanak yağmuru yeni bitmiş yanaklarımı sildim.
"Daha iyi misin?" Başımı salladım. Önlüğümü çıkarıp tezgahın arkasındaki askılığa astım. Etrafı süpürmüşlerdi, dışarıdaki masaları da içeriye almışlardı. Bana yapacak iş kalmaması mahcup etmişti beni, yarın erkenden gelip kafeyi ben açacaktım, anahtarım vardı sonuçta.
Gahyeon koluma girdi, kafeden birlikte çıktık. "Seni eve bırakalım mı?" diye sordu Dong noona. "Gerek yok, teşekkür ederim," dedim. "Dikkatli ol, eve gidince ara, tamam mı?" dedi Gahyeon. Başımı salladım. Gitmelerini izledim. Dong noonanın arabasına binip giderken bana el sallamıştı arkadaşım.
Yalnız kaldığımda temiz havayı içime çektim.
"Yeonjun hyung!"
Bu sefer tepki verebilmiştim. Bütün vücudumla bana yaklaşan sana döndüm. "Merhaba!" yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Komik olan bir şey mi var, anlayamadım.
Eğilerek selam verdim. "Uzun zaman oldu! Nasılsın? Seni burada görebileceğimi hiç düşünmemiştim."
"Ben de. İyiyim, sen?"
Kuru cevabıma hiç bozulmamıştın, "Ben de iyiyim. Vogue'da staja başladım bugün."
"Biliyorum, tebrik ederim."
"Teşekkür ederim. Sen neler yapıyorsun?" diye sordun, gamzelerin dikkatimi dağıtıyordu.
"Burada çalışıyorum." dedim kafeyi gösterip. Başını salladın, "Sen de mi metroyla dönüyorsun? İstasyona birlikte yürümek ister misin?"
Evet, evet, evet, evet, evet.
HAYIR. Hayır.
Ne isteyip istemediğimi ne de nasıl cevap vereceğimi bilmezken "Seni gördüğüme sevindim," demen bütün düşüncelerimin altını üstüne getirmişti. Ben anlamadan birlikte yürümeye başlamıştık bile.
"Senden liseden beri hiç haber alamadım."
Beni araştırmış mıydın? Beni merak mı etmiştin?
"Çalıştığın kafe çok güzelmiş. Tatlılar nefisti. Siz mi yapıyorsunuz?"
Niye bu kadar çok konuşuyordun? Bildiğim Soobin miydin sen? Ne zaman çenen bu kadar açılmıştı?
"Dong noonanın arkadaşı Minji noona yapıp gönderiyor, esasen onun kafesi. Şubeyiz biz." Doğru açıkladım mı emin değildim. Aslında bunun hakkında çok bir şey bilmiyorum.
"Aa, ne güzel. Yarın öğlen yine gelirim." O sırada bir karar aldım. "Ama bugün sana selam verdikten sonra seni bir daha göremedim, bir şey mi oldu?"
Oldu tabii, sen geldin işte, daha ne olsun?
"Bir işim çıktı da," dedim, mutfakta oturduğumu görmediğini umuyorum. "Kapıdan çıktığını görmedim," sesin düşünceliydi, belki de hafızanı zorluyordun, ya da belki kendini suçluyordun. Öyleyse suçlama, lütfen.
"Arka kapıyı kullandım." Arka kapı falan yoktu.
"Aa, anladım." Ben hızlı hızlı yürüdüğümden ve ne kestirme biliyorsam hepsini kullandığımdan bu sırada istasyona varmıştık. Sırayla biletlerimizi aldık. Benden birkaç durak önce inecektin.
Metroda da yanıma oturdun ama bu sefer bir süre konuşmadık. Belki konuşmak istemediğimi anlamıştın, belki de benimle konuşma isteğin geçip gitmişti. Sessizken derin bir nefes alırmış gibi yaparak parfümünü içime çektim. Çiçek gibi, vanilya gibi parfüm sana aitti tabii ki de.
"Yeonjun hyung," diye lafa başlamıştın ki aklıma sekiz sene öncesi gelmişti. Birlikte değildik ve sen yine bana o zamanlar hyung diyordun. Ben de sana demiştim ki: "Soobinie, bana hyung demene gerek yok, gerçekten."
Cevap vermeden biraz düşünmüştün, en sonunda başını iki yana sallamıştın, "Kabalık etmek istemiyorum ama."
"Ben dert etmem."
"Öyle diyorsan..."
Adımı söylemen için hevesle sana bakıyordum. Biraz utanarak "Yeonjun." demiştin. İyice keyiflenerek gülmüştüm.
"Bana hyung demene gerek yok," ağzımdan öylece dökülüvermişti hatıramızı düşünürken. Şaşkın gözlerle bana döndün, "Ah. Şey, böyle daha iyi hissedeceğim."
Omuz silktim, "Pekala. Ne diyordun?"
Cevap vermeden önce etrafı kontrol ettin. Oturduğumuz kısımda bizim dışımızda beş kişi falan vardı. "Yeonjun hyung bana... kızgın mısın?"
Saçmalama! diye bağırmak istedim. Böyle düşündüğün için sana sarılmak istedim. Artık tek kızgın olduğum kişi benim, diyerek içine su serpmek istedim. Biraz da ağlamak istedim. Sen de mi benim gibi yıllarca düşünmüştün? Kafa yormuş, sorunu bulmaya çalışmış, niye düzeltemediğinle ilgili kendine kızmıştın?..
"Hayır," dedim aceleyle, "hayır, değilim."
"Gerçekten mi?" diye sorduğunda otomatik olarak "Ben sana yalan söylemem ki," diye cevap vermiştim. Ağzımdan çıkanı kulağımın duyması çok uzun sürmemişti. Bütün suratımın yandığını hissediyordum.
Hafifçe güldün, "Biliyorum."
İç çektim. "Çok değişmişsin." diye mırıldandım nefesimin altından. Söylemeyi çok istesem de duymanı istememiştim.
"Öyle mi?"
Başımı salladım. "Dışa dönmüşsün."
Yine güldün, gözlerin neredeyse yok olmuş, gamzelerin derinleştikçe derinleşmişti. Suratını dikkatle izliyordum. Rüya olmadığına emin olmuştum çoktan ama gayet de gerçek olmayabilirdin. Belki sanrı görüyordum. Belki... bilmiyorum... belki yine giderdin.
"Ben de senin için aynısını düşünüyordum!" dedin keyifle. "Nasıl?" diye sordum cevabını bilsem de.
"İçe dönmüşsün." dedin, gülmeni tamamen kesmiştin ama dudaklarında biraz hüzünlüce bir tebessüm kalmıştı. Bunu söyleyen ilk kişi değildin.
Başımı salladım, "Mhm, öyle diyorlar."
Metro durduğunda sen de ayaklandın, "İyi geceler, Yeonjun," deyip indin trenden. Bak, hyung dememiştin işte.
Tren hareketlendiğinde yine lisedeymişiz de seni evine bırakmışım gibi hissettim. Küçük bir yanım mutluluktan ölecek gibi olsa da büyük bir yanım eve gidip ağlamayı iple çekiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
us in the sky at 5:53 ❀ yeonbin
Fanficçiçek gibi, vanilya gibi, öyle bir şeyler... TW! depression, anxiety, antidepressants, mention of self harm