Bölüm Dokuz: Kötü bir ablasın.

321 30 28
                                    

YKS'ye giren herkese başarılar ❤️

*

İşletme matematiği dersinden çıktığımda hala kafamda ilk defa duyduğum ülkelerin kar ve zararını hesaplıyordum.

Dolabıma kitaplarımı bırakıp kapağı kapattığım an Sandy'nin sırıtan suratı yüzümün dibinde belirdi.

Çığlık atarak geri sıçradım.

"Pusuya mı yattın, Tanrı aşkına?" diye tıslarken hızlanan kalp atışlarımı yavaşlatmak için elimi göğsüme bastırdım.

"Hayır. O kadar dalgındın ki kapağı tıklattığımı duymadın."

Sırıtarak dolaplara yaslandı. Sarı kaşlarını aşağı yukarı oynattı.

"Ne düşünüyordun, söyle bakalım."

"Arjantin beş yüz gömleği elli dolara üretiyor. Nikaragua üç yüz diş fırçasını yirmi dolara üretiyor. Bu durumda hangi ülke hangi ürünü-"

Bıkkın ifadesiyle beni durdurdu.

"Sınav haftasına daha çok var. Şimdilik kafanı bunlarla doldurma."

Kaşlarım havalandı.

"Sorarken çok heyecanlıydın oysaki. Ne dememi bekliyordun?"

Kollarını kocaman açıp tüm koridoru işaret etti. Galiba tüm okul demeye çalışıyordu.

"Sarah, daha ikinci sınıfa yeni başladık ve her taraf yakışıklı çocuk dolu!" diye fısıldayarak bağırdı. "Ama senin aklında Arjantin'le Nikaragua'nın takas anlaşması var!"

Gözlerimi kısarak kötü kötü baktım.

"Daha dün Daniel'la sen bana derslerime odaklanıp pamukta fasulye çimlendirmemi söylememiş miydiniz?"

Her şeyi tersinden anlıyormuşum gibi baktı. "O dediklerimiz spesifik birini unutman içindi. Yurt odana fasulye serası kur diye demedim. Ayrıca..."

Çok gizli bir sır verecekmiş gibi eğildi.

"Erkeklerin en iyi yanı, bir öncekini unutturmalarıdır."

Burnumdan güler gibi bir ses çıkardım. "Tek iyi yanı."

"O da doğru." Omuz silkti. "Yani o kahrolası çocuğun sana uyguladığı taktiği atlatman aslında çok kolay."

Brian'ın ne halt yediğinden pek emin değildim açıkçası. Ama arkadaşlarımın azarları, Caleb'la olan sohbet, okul işleri ve dersler derken onu düşünmeye vakit kalmamıştı.

Bunu düşünürken Sandy'ye Caleb'dan bahsetmediğim aklıma geldi.

"Aslında geçen gün bir çocukla tanıştım ve dün kahve içtik..."

Gözleri kocaman açıldı.

"Ve bana anlatmadın, öyle mi Sarah Wells?"

"Şimdi anlatıyorum?"

Cık cıklayarak burnumun dibinde salladığı parmağı beni susturdu.

"Şimdi demek çok geç demek." Şortunun arka cebinden telefonunu çıkarıp yüzüme doğru salladı. "Buna telefon diyoruz. Graham Bell'in müthiş icadı. Daha sonra Steve Jobs olaya el attı ve-"

Pes ederek inledim.

"Tamam Sandy, anladım. Sana direkt haber vermeliydim. Caleb'ı stüdyo ışığında fotoğraflayıp sana atmalıydım. Sonrakinde öyle yapacağım."

Bana güvensizce baktı. Dedikodu üretme konusunda son dönemde formdan düştüğümün farkındaydım ama yine de bunu yüzüme vurması çok ayıp şeydi. Arkadaş arkadaşa bunu yapmazdı.

"Adı Caleb demek?"

Göz kırpıp onaylayarak onun gibi omzumu dolaba yasladım.

"Caleb Gardner. İşletme ve inşaat mühendisliği çift anadal öğrencisi. Üçüncü sınıfta. Esmer, mavi gözlü. Boyu 1.90 civarında."

Zaten sülalesine kadar araştıracağını bildiğimden onu gereksiz zahmetten kurtarmaya çalışıyordum.

"Ama aslında kahve içmemiz randevu gibi değildi..."

Ciddi misin der gibi baktı.

"Kahve tadımı etkinliğinde mi karşılaştınız?"

Kafa karışıklığıyla gözlerimi kırpıştırdım. "Hayır."

"Sabah herkes orada kahve içerken tesadüf eseri ikiniz kafenin farklı uçlarında mı bulundunuz?"

Gözlerimi kırpıştırdım. "Ee... hayır?"

Ellerini çırpıp sevinçle sırıttı.

"Tebrikler, randevuya çıkmışsınız." Yüzünü benimkinin dibine getirip fısıldadı. "Yakışıklı mı?"

Geri çekilmeye çalıştığımda Sandy kollarımı tutup kaçmamı engelledi.

"Şey, evet," dedim ürkmüş sesimle.

Açık mavi gözleri heyecanla ışıldadı.

"Şeyden daha mı yakışıklı..."

Kafamı dolaba vurup ofladım.

"Unut diyorsun ve lafı sen ona getiriyorsun," diye homurdandım.

"Bu bir testti!" diye cırlayarak beni sarstı. "Henry Cavill'dan daha mı yakışıklı diyecektim. Başka kim olabilir Sarah?"

Mahcupça dudaklarımı büktüm.

"Özür dilerim. Kimse, elbette. Ayrıca Henry Cavill'dan daha yakışıklı bir erkek yok."

Bu sefer memnuniyetle sırıttı ve omuzlarımı sıktı.

"Aferin. İkinci testi başarıyla geçtin en azından."

Aniden durup bana çekinceyle baktı.

İç çektim. "Söyle, ne oldu?"

"Şey, Sarah..." Genzini temizleyip kirpiklerinin altından bakarak sevimli görünmeye çalıştı. "Abby şu yemek konusunda çok ısrarcı."

Ona dehşetle baktım.

"Benimle dalga mı geçiyorsun?"

Kollarını kaldırıp hayat işte, der gibi çenesini büzdü.

Kimsenin bizi dinlemediğinden emin olmak için çevreme bakındım. Konuştuğumda sesim bastırılmış bir tıslamaydı.

"Brian'ın kim olduğunu anlatmadın mı ona? Ne yaptığını?"

"Tabii ki anlattım!" Masumiyetini kanıtlamaya çalışarak manikürlü ellerini kaldırdı. "Ama kız on bir yaşında. Sanırım filmlerdeki gibi mucizevi şekilde tekrar bir araya geleceğinizi düşünüyor."

Başımı iki yana salladım ve onu, "Kötü bir ablasın. Küçük kardeşine hayatın gerçeklerini öğretemiyorsun," diye azarladım.

Akılsız olan benmişim gibi bakıyordu.

"Kız Brian'ı Justin Bieber muadili gibi görüyor. Laftan anlayacağına inanıyor musun cidden?"

Abby'nin nasıl büyümüş de küçülmüş olduğunu, istediği şeyin peşini alana kadar bırakmadığını düşününce dediğim şey o kadar kolay değildi aslında.

Koridor zeminine bakarken yanağımın içini ısırıp sen de haklısın anlamında başımı salladım.

Derin bir nefes alarak Sandy'ye döndüm.

"Pekala. İş başa düştü. Ben Abby'le konuşup ikna ederim. O yemek yenmeyecek."

*

Bakalım Sarah'nın ikna yetenekleri nasılmış :D

Ayrıca Caleb'a bir yemek sözü var, onu da unutmayalım.

Brian'ı özledik mi peki? :D

Oy vermeden geçmeyin lütfen. Yorumlarınızla da beni güldürün =)

sevgiler, öpücükler

xoxo

But First, Apocalypse [TÜRKÇE]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin