Gülmeyi bilmeyen biriydim ağlamayı bilmediğim gibi. Çok gülmezdim, hiç ağlamazdım. Çünkü annem hep ağlardı. Hayatımın dönüm noktası babamı gördüğüm o halden sonra annemin gözlerinde gördüğümdü. Annemin ağlama sebeplerini o gün öğrenmiştim.Babam... Benim gözyaşlarımı çalan babam. Güvenimi çalan babam. Hayatımı çalan babam. Gözlerimdeki parlaklığı söndüren, sömüren babam. Ben sadece on yaşındaydım. Neden? Bana bunu neden yaptınız? Neden benim ruhumu o ölüm döşeğine gönderdiniz? Neden benim tertemiz ruhumu kirli bırakarak o ölüm döşeğinden bedenimi alıp ruhumu bana terk ettirdiniz? Neden benim hislerimi yok etmek istediniz? Benden ne istediniz?
Ben güvenmiyordum. Babama karşı yok olan güvenimle hayata karşı aldığım cephe aynıydı. Ama ben, her şeyden çok kendime cephe aldım ve bu cephe, her şeyden çok farklıydı. Kendimi önemsememiştim. Geleceğimi, o anımı... Sadece geçmişte takılı kalmış bir beynim vardı. Kalbim ise esaret altındaydı.
Bakmıyordum hiçbir şeye. Mutlu olup olmayacağıma bakmıyordum. Kolay olan neyse onu istiyordum. Başarmak benim için yaşamaktı ve çok derin bir okyanusun altında boğulmuştu. Cesedi ise asla kıyıya vurmuyordu. Ne yüzebilerek akıntıya kapılıyordu ne de okyanusun esirliğinden kurtularak kıyıya vurabiliyordu.
Annemin ağlayışları, hüznü, mutsuzluğu ve aptallığı ölümü olmuştu. Oysa şimdi bir kadın çıkıyor karşıma ve gülüşün de ölüme sebep olabileceğini söylüyor. Mutlu ölmek... Uzak bir anı gibi geliyor. Belki de hiç kurulmamış bir hayal.
Kendimi o kadar boşlukta hissediyorum ki, bu boşluğu anlatmaya çalışınca sanki hiç gülmüyormuşum sanıyorum.
Bu boşluk o kadar değişik ki bazen çok büyük ve boş oluyor, bazen de çok küçük ve dopdolu oluyor. İçim küçük, derin olmayan bir delik gibi. Bir iğne sokuluyor o deliğe, içinde ne var ne yoksa çıkartılıyor. Bazen de ne var ne yoksa dolduruluyor. Ve ben o deliğe cenin pozisyonunda bir süreliğine inzivaya çekiliyorum.
Yemek yemiyordum. Öylece oturmuş ellerim birbirleriyle oynarken önümdeki tabağa bakıyordum. Belki çok boş gözlerle bakıyor gibi duruyor olabilirdim ama öyle dolu bakıyordum ki orada yemek olduğunu dahi görmüyordum.
Düşüncelerden sıyrılmak, kaçmak ya da uzaklaşmak imkansızdı. Benim için değil, herkes için böyleydi. Sadece o düşüncelerin içinden ayrılırdın. Belki kendi isteğinle belki de zorla.
Düşüncelerimden kendi isteğimle ayrılıp elimi su içmek için bardağa uzattım. Suyu dudaklarıma götürüp kafamı hafif kaldırınca masanın başında öylece dikilen Sabri'yi gördüm. Ne zaman gelmişti bu? Gerçi şu anlık bunun önemi yoktu. Niçin gelmişti bu?
Bardaktan birkaç yudum su yudumlayarak geri bıraktım. "Kız kardeşimin hayatını kurtardınız. Teşekkür ederim. Ben Sabri. Emin kütüphanede de görmüştük birbirimizi. Tabii hatırlarsanız?"
"Evet, Büyük Umutlar'ı almıştınız. Ayrıca, teşekkür etmenize gerek yok. Her insan aynısı yapardı." Abi, şu lafa bitiyorum. İnsanlar insan mı ki bu lafı kullanıyorlar, anlamıyorum. -Kendime sövmem dışında aslında bir sorunum yok. Ama ne yapayım dil alışkanlığı...-
"Öyle demeyin. Ben de ilk yardım biliyorum. Ama kız kardeşime bile yardım edemiyorum." Tebessüm ettim. Kafamda dikilmeye gelmişti sanırım. "Buyurun, oturun lütfen." Bu kadar belli etmemeliyim. Adama ses tonumla 'Defol git ya, ne duruyorsun başımda' dedim resmen.
"Peki." diye mırıldanarak karşımdaki boş koltuğa oturdu. Davet etmemi bekliyordu yani. Ne bu samimiyet canım? Alt tarafı bir kitabı bulmanızı sağladım -ki bu benim işim, bir de kardeşinizin hayatını kurtardım -bu da insanlık vazifem.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YANARDAĞ
Roman pour AdolescentsYanardağı uyumuş sandılar. Oysa yanardağın içi hep aynı sıcaklıkla aynı nedenden dolayı yanıyordu. Ama kimse görmüyordu. Biri o dağa tırmandı, o yanardağın yandığını gördü. Yanardağı uyuttu. Yanardağın yangınını söndürdü. Yanardağı güneşin sıcaklığı...