Üşüyordum, çok üşüyordum. Saat kaç bilmiyordum ama belli ki gece yarısıydı. Işıklar sönmüştü, insanlar evlerindeydi, sıcak evlerinde dinleniyorlardı. Tabii, Dünya bazılarına o saatlerde farklı işliyordu. Bizler için sokaklara ait lambaların bazıları bir umut için yanıyor, onlar gibi artık bir evimiz yoktu, o kadar soğuktu ki; Elinden tuttuğum, bir gülüşü ile beni sımsıcak eden ablamın bile artık soğuktan titrediğini hissediyordum. Çok çaresiz bir duyguydu.
Ablam ağlıyordu, farkındaydım ama o bunu belli etmemek için sessizce iç çekmeye çalışıyordu. Yavaş ve titrek adımlarla, kış yağmurunun altında büyük ama eski olan binaların yanlarından geçiyorduk. Anlayamıyordum, neden bu hale düşmüştük? Tanrı'ya içten içe sadece şunu soruyordum, "Yanlış bir şey mi yaptık? Bunun için ablamı cezalandırma, o hak etmiyor, o çok tatlı biri. Ben onun yerine dayanırım sorun değil! Yüce Tanrı, neden?" Kendimi pek umursamıyordum. Hasta olmam, üşümem, hatta belki de şuan soğuktan bile ölebiliceğim düşüncesi umrumda değildi. Tek isteğim ablamın ağlamamasıydı, o çok korkuyordu. Biliyordum hem benim için, hem de kendisi için.
Ona ne kadar yardım etmek istesem de yüzüne bakacak cesaretim yoktu. Onu öylece görürsem ben daha çok korkacaktım, biliyordum, bu yüzden onun elini daha sıkı tuttum. Ama ablam kim bilir ne kadar donmuştu ki, ellerinde oluşan uyuşmadan beni bile fark etmemişti muhtemelen. Ya da bana dönüp bakmıştı, gerisini bilmiyordum...
Bir anda durdu, onunla beraber bende durdum. Bana doğru eğilip elleriyle hızla göz yaşlarını silip, burnunu çekti. Bende ona doğru dönüp baktım. Bana gülümsedi, "Üşüdün mü?" Acı bir şekilde gülümsedi ama bunu anlayamayacak kadar küçüktüm belki de. Bende karşılıklı şekilde gülümsedim. "Biraz." Yüzümde ki gülümseme soldu, kafamı yavaşça eğdim. "Ne zaman eve gideceğiz? Gerçekten annemin dediği gibi bir daha dönmeyecek miyiz, abla?" Bu soru onun canını yakmış olmalıydı ki sorum ile beraber gülümsemesi bir anda yok oldu. Kafasını çevirdi, derin bir iç çekip geri bana döndü. Yeniden gülümsedi, ellerini omuzlarıma koydu, "Onlara ihtiyacımız yok güzelim, bundan sonra sadece sen ve ben. Tamam mı? Söz veriyorum, hep yanında olacağım. Sokakta veya evde, fark etmez." Beklediğim bir cevap değildi. Aslında bu sözü de neden verdiğini anlayamamıştım. Kafamı kaldırdım, "Peki. Şimdi ne yapacağız?" Bilmiyordum, bilmiyordu, bilmiyorduk. Hiç kimsemiz yoktu. Hiç bir yerimiz yoktu, artık küçük bedenlerimiz dayanamaz bir şekilde titriyordu.
Ayağa kalkıp yeniden elimden tuttu soruma cevap vermedi. İlerlemeye başladığımız da etrafımızda ki boş ve terk edilmiş evleri incelemeye başladık. Özellikle de ablam. Bir çok yer görmüştük ama o hâlâ aramakta ısrarcıydı. Belki de bir insana rastlayıp yardım istemeye muhtaç hissediyordu, bilmiyordum. Binalar çok uzundu. Aslında benim için öyleydi sanırım. Hep 2 katlı evler görmüştüm ama şimdi gördüklerimiz en az 5 katlıydı. O an burasının terk edilmemiş olsa ne kadar da güzel bir yer olabileceğini hayal ettim. Evet, insanlar gerçekten doyumsuz varlıklardı ve bende bir insandım. Bu utanç vericiydi.
Ablam çok ani bir hareketle durdu. Kafamı kaldırıp sorgular bir biçimde ona baktım, "Abla, neden durduk?" Bana bakmadı, cevap dahi vermedi. Durduğu gibi kafasını kaldırmış gözleri sağ tarafımızda ki binanın terasındaydı. Onun baktığı yere doğru baktığım da uzun boylu bir erkek çocuğu gördüm, eğer bir adım daha atarsa düşecekti. Pek de umrundaymış gibi de durmuyordu şahsen. Kafasını eğmiş, öyle duygusuzca aşağıya bakıyordu ki, olduğum yerden dahi onun soğukluğunu hissettim. Ama hâlâ neyin peşinde olduğunu veya ablamın buna neden bu kadar takılmış olmasını anlayamamıştım. Geri ablama baktım, "Neden ona bakıyorsun? Sonunda biriyle karşılaştık, hadi yanına gidelim işte!" Ablam kafasını indirip bana endişeli bir yüz ifadesiyle baktı. Elimden daha sıkı tuttu ve hızla binanın içerisine koşarak girdi. Onun peşinden koşarak devam ediyordum, anlamamıştım. Ne oluyordu? Ona sorma gereği duymadım, bir bildiği vardır diye geçiştirdim içimden. Binanın içerisinde hiç bir şey yoktu, sadece yukarıya doğru dönen bir merdivenden ibaretti, muhtemelen altı katlıydı. Daha yeni saymayı öğrendiğim bir dönemdi, o kadar hızlı koşuyordu ki doğru saydığımdan bile emin değildim.
Terasa ulaştığımızda ablamdan elimi kurtardım, dizlerimin üzerine düştüm, nefes nefese kalmıştım. Neden bu kadar telaş haline girmişti ki? Kafamı kaldırmış benim ardımdan koşan ablama bakarken kendini aşağıya doğru bırakıcak çocuğu gördüm. Refleks veya başka bir şey miydi bilmiyorum ama hızla ayaklanıp ablamın ardından yanına koştum. Öyle hızlı koşmuştum ki tam ablam çocuğun elini tutucağı anda bende onun üstüne elimi koymuştum. Çocuk şaşkınlıkla kafasını arkaya doğru çevirip bize baktı, biz ablamla tepki vermeden onu geriye doğru ilerleyip yanımıza çektik. Çoçuk elini çekip, bize döndü. Yüzünde ki ifadeyi anlayamamıştım. Şaşkınlık? Kırgınlık? Pişmanlık? Sinir? Çok karışıktı! Veya ben onu tanımadığım için buna bir isim verememiştim. Ablam, çocuğa doğru bir adım attı; ikimize göre öylece uzundu ki ablam kafasını kaldırıp ona bakmak zorunda kaldı. Sanırım ablamdan bir kaç yaş büyüktü...
Sinirli bir ifadeyle ablam sessizliği bozup, "Neden bunu yapmaya çalıştın, sence aptal sorunlarına çözüm mü?" Çocuk kaşlarına çattı. Bir bana bir de ablama bakıp bizi dikkatlice süzdü. "Seni alakadar etmeyen konulara karışma. Bu saatte dışarda olmaya aileniz kızmıyor mu, ha?" Çocuk ablamın görüş açısından çıkıp merdivenlere doğru ilerlediğinde kolundan tuttum. Durdu, sinirli bir şekilde nefes verdi. Benden kolaylıkla kolunu kurtarıp, bana dönüp eğildi. "Küçük, bana bak. Ablanla benle alıp veremediğiniz ne bilmiyorum ama devam ederseniz işler kötüleşicek!" Sinirlice ona bakınca güldü, komik olan neydi? "Neye gülüyorsun? Ablam ile seni tutmasaydık düşüyordun, teşekkür bile etmedin..." Gülümseyip bir elini omzuma koydu, "Size teşekkür edemem, çünkü uzun süredir yapmayı planladığım bir şeye engel oldunuz." Bunu derken ablama bakmaya başlamıştı, ciddi gibiydi ama oldukça sakindi de. "Bence benim teşekkür etmem yerine, siz benden özür dileyin." Ellerimi belime koydum, tek kaşımı kaldırmaya çalışıp sorgular bir bakış atmaya çalıştım. Ama o bana dönüp baktığında alaycı şekilde gülümsedi, fark etmiştim ki başarılı olamamıştım. Benim yerime gayet hızlıca tek kaşını kaldırıp sırıttı, "Ne? Merak etme, öğrenirsin." Ayağa kalkıp iç çekti.
Anlayamıyordum. Çok karışık bir olay döngüsü içerisindeydik ama sadece ben öyle hissediyor gibiydim, ablam ve o uzun boylu çocuk gayet sakindi. Ablama dediklerinden bir şey çıkaramamıştım.
"Seni alakadar etmeyen konulara karışma."
Oysaki biz ona yardım etmiştik, tutmasaydık düşüyordu. Ablam, bizim yanımıza yaklaştı, "Ailemiz yok, orta da kaldık, biraz daha bu soğuk yağmurun altında kalırsak donarak ölüceğiz." Gözleri bana kaydı. "Ve biz ölmek istemiyoruz, bu bizim için seçenek dahi olamaz." Ablam bana bakınca o çocukta ardından gözlerini bana yönlendirdi. Ablamın dediklerinden sonra gözlerinde bir duygu oluştu, ona baktığımda bizi anlayabiliyormuş gibi hissettim. Ailemiz yoktu, biraz daha bu soğuk yağmur da kalırsak donarak öleceğiz. Ölmek istemiyordum.
Çocuk geri ablama döndü ve elini uzattı, "Erkan, ismim Erkan. Kendi isminle beraber küçük hanımefendinin ismini de öğrenirsem sevinirim." Ablam gözlerini geri ona çevirdi. Gülümsedi ve ona uzatılan eli sıktı. "Yuva. Ufaklığın ismi de Saye." El sıkışıp, geri yanıma gelip eğildi. Bana elini uzattı, "Saye, memnun oldum." Bir kaç dakika önce bize kaba ve kovarcasına davranırken, şimdi tanışmak istiyordu. Ailemiz olmayabilirdi, bunun yüzünden bizi mahcup göremezdi. Elini sıkmadım, hatta bir adım geriye gittim. "Bende." Cümlemi bitirir bitirmez hapşurdum, hasta mı oluyordum? Erkan, yine güldü. Neden gülüyordu ki? Espri yoktu ortada. Ayağa hızla kalkıp beni kollarımdan sıkıca tuttu, boynuna kollarımı sarıp, küçük bacaklarımı beline sardı. Ablama dönüp, "Kardeşin ve sen hasta olmadan gidelim." dedi ve kafasını çevirip omuzlarından bana bakıp gülümsedi. "Uçak kalkıyor!" Koşarak aşağıya inmeye başladı, o an o kadar eğleniyordum ki ciddiyetimi yok edip gülmeye başladım. Hatta arkadaki ablamı bile unutmuştum.
En aşağıya geldiğimizde beni sırtından indirmedi, bende itiraz etmedim. Bir süre sonra ablamda bize yetişip arkamızdan gelmişti. Erkan, yol boyu sadece benimle konuştu. Bana şakalar yaptı, sevdiğim renkleri sordu, hatta bana söz verdi; Bir sonra ki doğum günümde bana meyveli pasta yapacakmış. Ben hiç bir doğum günümde pasta yemedim. Çünkü gün boyu annem ve babam birbirine bağırıp dururdu. Bazen annemin tabak çanakları, bazen de babamın kıyafetleri etrafa saçılırdı. Ama ben hiç bir zaman orda doğum günü pastası göremedim, ablam bana evde en son yapılan yemek ile doğum günümü kutlardı. Yemek yeme yasağımız olduğunda ise bana hep hayal ettiğim gibi bir pasta çizer, bende yalancıktan üflerdim. Ama doğum günleri hep bana özel kaldı, kalmaya da devam edecekti, biliyordum. O günden sonra benim için sadece iki kişinin doğum günü özel olacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARANLIĞIN YALNIZ ÇOCUKLARI
Teen Fictionİki can, tek kan. Tek can, iki kan. İki can, tek birini kurtarır; Tek can, ikisini korur. O yağmurlu gece belki de gerçek kan ve kardeşliklerinin imzasıydı. - Saye ve ablası Yuva evde yaşadıkları travmalar ile üstüne kovuldukdan sonra uzun boylu...