Burası düşündüğümden daha mükemmel bir yer çıktı.
Kocaman üste toplasan yirmi kişi ya var ya yoktuk ki bunun iyi ve kötü tarafları vardı. İyi tarafı, kaynak yetersizliği yaşama ihtimalimizin az olmasıydı. Kötü tarafı ise şehirde canlı bulabildikleri herkesi buraya getirmiş olmalarıydı. Yani bir hafta önce milyonlarca kişiden oluşan NYC sadece yirmi kişi kalmıştı.
Üs, yer altındaydı. Bir kanalizasyon kapağından geçmiştik ve kanalizasyonda geçen birkaç dakikanın ardından başka bir kapakla aşağıya inmiştik. Nasıl anlatacağımdan pek emin değilim ama kısaca, hepimizin gördüğü mobil oyun reklamlarındaki yeraltı sığınaklarına benzetebilirdim. Odalar, asansör ve yine odalar.
"Bu kadar az kişiyle ne yapıyorsunuz?"
"Yiyip içip partiliyoruz." diye dalga geçti Sharon. "Sence ne yapıyor olabiliriz? Hazırlık yap, dışarı çık, birilerini ara, başa dön." diyerek rutini özetledi. İçim rahatlamıştı, nüfusun artması için birilerini arama yolunu kullanmaları iyiydi çünkü damızlık olmaya hiç niyetli değildim.
"Burası da senin odan." diyerek turu tamamladı. Açıkça söylemek gerekirse burası benim evimin salonu kadardı ki bu da çok büyük olduğu anlamına geliyordu. Valizimi ve sırt çantamı duvarın kenarına koydum. Ömrümün sonuna kadar burada yaşayacaksam bir an önce alışmak zorundaydım. Sharon "sonra görüşürüz" ve "laboratuvarın yerini unutma" gibisinden şeyler söyleyip odamdan çıktı. Zaten beni gezdirme işinin ona yıkılmasından rahatsızdı.
Üzerindeki tırmık izlerinin nasıl oluştuğunu bilmek istemediğim dolabıma kıyafetlerimi yerleştirdim. Zaten hepsi valize koymadan önce katlanmıştı, bu yüzden işim hızlı bitti. Yapacak başka bir işim olmadığından eşyaların yerlerini değiştirmeye başladım, komidini prizin yanına çektim falan işte. Telefonumu prize taktığımda telefonum "8 saat sonra pil tamamen dolacak." diye ekrana yazı çıkarttığında ise sinir olmak yerine içimden şükrettim, kanalizasyon sisteminin bile altındaki bir sığınağa elektrik çekebilmeleri şaşırtıcıydı.
Kapının üzerindeki anahtarı çekip odamdan çıktım ve çıkarken kapıyı kilitledim. Botlarımın kendi kendine çözülmüş bağcıklarını bağlamadan merdivenlere yöneldim. Daha önceden asansörde kalmış olduğumdan elimden geldiğince asansöre binmemeye çalışıyordum. Tırabzanlar paslıydı, burası yıllardır hiç kullanılmamış gibiydi ki kullanılmasını gerektirecek kadar büyük bir şey de yaşanmamıştı zaten.
Son üç basamağı kullanmadan atladım. Birisini görme umuduyla uzun koridorda yürürken kapıları tek tek aralıyordum. Açıkçası canlı insan görmek istiyordum çünkü televizyonda bile tek kanal çalışıyordu ve iki gündür aynı şey yayınlanıyordu, büyük ihtimalle gazeteciler de ölmüştü. Komşularımı katlettiğimden beri gördüğüm ilk insanlar da buradakilerdi ve onlar da ilk başta beni bir yaratık zannedip silah çekmişlerdi.
Kısacası insan görmek istiyordum.
Antrenman salonu ve mutfağı da geçtiğimde, herkesin kendi odasında tıkılıp kaldığını düşünmeye başlamıştım ki revirden gelen sesleri duydum. Birisi konuşuyordu ancak ona karşılık veren başka bir ses duyulmadığına göre bu bir telefon görüşmesiydi.
"Evet... Evet New York Bölge artık 19 kişi... Stoll bizim üste..."
Adım geçtiğinde duraksadım. Beni sırf nüfus artsın diye ya da doktorluk yapayım diye -ki biyolog ile doktor aynı şey değildi- buraya çağırmadıklarını tahmin ediyordum ancak başkalarına rapor edecek kadar önemli neyim olduğunu merak ediyordum. Ve olur da içeriye girersem, konuşan kişi muhtemelen görüşmeye başka bir yerde devam edecekti. Aralık olan kapıdan içeriye baktım. Bucky Barnes, hani yıllar önce BM'in yakalamak için sivilleri zerre önemsemeden her yeri dağıttığı adam, bir yandan sağ koluna bandaj sarıp bir yandan da telefonda konuşuyordu.
"Henüz sorgulamadık. Bize güvenmezse ötmemek için direnir... Merak etme, alışması uzun sürmez."
Daha fazla dinlemeden kapıyı açtığımda Barnes telefonu karşısındakinin yüzüne kapattı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi bana döndü. "Bir şey mi söylemeye gelmiştin?"
"Birilerini görmeye gelmiştim. Sharon burada sadece sizin yaşamadığınızı söylemişti."
"Genellikle odalarından çıkmaktan hoşlanmıyorlar. Senin aksine insanlardan tedirgin oluyorlar." Elindeki telefonu komodinin üzerine bıraktı ve çekmeceden farklı bir bandaj aldı. "Onlar sıradan insanlar. Şimdiye kadar yaşadıkları en büyük kriz Blip'ti."
Siyah tişörtünün bel kısmını sıyırdığında derin bir kesik ortaya çıktı, kanamaya devam ediyordu ancak tişörtün renginden dolayı dışarıdan belli olmuyordu. Sorgularcasına baktığımı görünce açıkladı. "O şeyler bıçak kullanmasını iyi biliyor. Merak etme, enfekte olmadım." Sedyenin kenarına oturdu ve öylesine bırakılmış tentürdiyot şişesini açtı. Pamukla uğraşmadan direkt yaranın üzerine döktüğünde, acıdan dişlerini sıktı.
"Pansuman yapmamı ister misin?"
"Nasıl yapacağını biliyor musun?"
"Beni hafife alıyorsun." dedim ve şişeyi elinden alıp yanına oturdum. Yarası göründüğünden daha derindi, süper asker serumu iyileşmesini hızlandıracak olsa da dikiş gerekecekti. "Dikiş atmam lazım, malzemeler nerede?"
Ecza dolabını gösterdiğinde göz devirdim. Kim ilaç konulacak yere pansuman eşyası koyardı ki? Gerekli şeyleri alıp geldim ve yaraya biraz daha tentürdiyot döktüm. "Düz dur ve tişörtü biraz daha sıyır. Yaranın tamamını görmeliyim."
Dediğimi yaptı ve ben de dikmeye başladım. Dikkatimi fazla vermiş görünüyor olmalıyım ki güldü. "Bu işi karın kaslarımı incelemek için yaptığını düşünmeye başladım."
"Dokunduğum ilk baklavalar seninki değil."
Cevap vermedi, ben de işime devam ettim. Otuzuna girmiş bir kadındım, hayatım boyunca bekar kalmamıştım elbette. Ama yine de adamın karın kasları güzeldi.
"30 dikiş attım. Yeni rekorumsun."
"Aman ne sevindim." dedi tişörtünü indirirken. Ben de o arada eşyaları toparlayıp komodine tıktım. Zaten daha sonra burayı düzenlemeyi düşünüyordum. Barnes, ben kapıya doğru gidiyorken kolumu tutarak beni durdurdu. Ona döndüm. "Teşekkür ederim." dedi. Gülümsedim. "Rica ederim." dediğimde kolumu bıraktı. Kapı eşiğine kadar gitmişken arkamı döndüm. "Artık sırrını saklamam gereken kimse kalmadı, istediğinizi sorabilirsiniz." Telefon görüşmesini dinlediğimi anlamıştı ancak bunun hakkında yorum yapmadı. Sadece ayağa kalkıp yanıma geldi.
"Öyleyse yemekten sonra bize anlatacakların var."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ölmeyi Dile
FanfictionKapak tasarım: @karenicty Madeline Stoll, olayların buraya geleceğini düşünmezdi. Virüs, enfekte ettiği kişiyi en geç bir saat içerisinde öldürüyor ya da ölmeyi dilemesine sebep oluyordu. Bazı enfekteler, kafayı yiyip kana susamış yaratıklara dönüşü...