Dar ayın 15. günü
Kaybolmuştu....
Başı çatlarcasına ağrıyordu ve her kırptığında köy biberi dökülmüşçesine yanan gözlerini açık tutmak giderek daha zor hale geliyordu.
İdrak edebildiği bir kaç şey vardı ve bunların ilk sırasında kaybolduğu gerçeği bir yıldız kadar parlaktı.
Ayrıca tek başınaydı, etrafında tanıdık gelen ne bir insan, bir ağaç ne bir tepecik vardı. Sendelediğinde düşmemek için kendini zorladı ve büyük kırmızı bir kayaya tutundu.
Adı... bir adı vardı değil mi?
Herkesin bir adı olurdu.
Bir isim, uzun bir isim....
Kulağa hoş gelen bir isim...
Melodik bir isim....
Mia!
Zihninde hızla beliren isme şükrederek tüm ağırlığı kırmızı kuma bulanmış kayaya bıraktı.
Lanet olsun!
Çok, çok yorgundu, sanki bedeni istila edilmiş gibiydi.
Mia!
İsmi kesinlikle Mia'ydı.
Bunun dışında hiç bir şey hatırlayamıyordu ki, bu hiç iyi bir şey değildi. Bulunduğu yere çökerken başını artık tozdan görünmeyen parmaklarına dayadı.
En son anımsadığım şey....
En son....
İri gözler....
Aaa evet onu hatırlıyordu!
Uzun boylu ve uzun boyunlu, zarif kocaman gözleri olan beyaz saçlı bir dişinin, kulağına bir şeyler fısıldadığını hatırlayınca çocuk gibi sevindi.
Ve acı....
Tüm hücrelerine musallat olan o emsalsiz acı...
Öyle tuhaf bir acıydı ki daha önce ne böyle bir şey hissetmiş ne de duymuştu. İnsanın ruhu acır mı? Hissettiği şey tam olarak buydu. Fiziksel acının dışında o dişi her kimse ruhunu da acıtmıştı.
Acı o kadar fazlaydı ki kendinden geçtiğini anımsıyordu. Sonra her şey yok olmuştu. Kaç güneş zamanı yoldaydı bilmiyordu. Ama açtı, susuzdu ve çok yorgundu. Dahası zaman zaman gelen titreme atakları vardı. Neden vardı orayı anımsamıyordu ama tüm bu yaşadıklarının sebebi o dişiydi.
Son bir gayret, yaslandığı kayadan destek alarak dikildi ve ayaklarını sürüyerek kızıl kumların kapladığı boşluğa baktı. Güneş tepesinde yorgun zihnini daha da bulandırmak için uğraşıyor gibiydi. Ne tarafa gitmesi gerektiğini bilmediğinden, kararını değiştirip geldiği yöne doğru yürümeye başladı.
Ama bu hiç kolay değildi her adımda kasları isyan edercesine sızlıyordu üstelik sırtı... Duyumsadığı yanmayla yüzünü büzüştürdü, zira sırtı tırmalanmış gibi sızlıyordu.
Tam emin olmasa da uzun yoldan geldiğini anımsıyordu. Garip şekilde yaşlı görünen ormanın başladığı yerden gelmişti. Çöle göre daha az korkutucuydu. Mutsuz ağaçların yosunlarla kaplanmış gövdelerinden geçmişti. Lakin içgüdüleri ne ileri neden geri daha fazla gitmemesini söylüyordu. Yine de son bir çaba kurumuş dalların yoğunlaştı, ormanla çölün arasında sanki arafta kalmış gibi görünen bölgeye sürükledi bedenini.
Bulduğu kurumuş bir ağacın dibine çökerek, gözlerini kapadı. Uyur uyanık ruh halinde olduğundan, orada ne kadar kaldığını bilmiyordu.
Ayaklarına sarılmış ince deri tabanlı kumaş parçasını, gevşetmeye çalıştı. Ayakları şişmiş iplerin kestiği noktalara kan oturmuştu. Üzerindeyse giydiğini hatırlamadığı beyaz uzun kollu ince pamuklu kumaştan dikilmiş bir çeşit gömlek vardı. Belinden arkaya uzanan püsküllü bir kumaşla tutturulmuştu. Gömleğin kolları gümüş sırmalarla işlenmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Altın Pelerinler - Sadakat
FantasiBazen gerçekler can sıkıcı bir biçimde hemen önümüzde belirir. Fakat bizler yani faniler, onu göremeyiz, duymayız, kısaca fark etmeyiz bile. Bu hikayede böyle başladı..... Bir yaz akşamı Derin Denizin kıyısında, ateş başında toplanmışken çıka gel...